29 Eylül 2012 Cumartesi

Boğaçay Köprüsü %100 Çalışıyor!


Bir aydır çalışıyorum blög. O cağnım cağnaağnım üniversite yıllarım, mazide hoş bir seda olarak kaldı. İlk iki haftalık seminer dönemi çok güzeldi. Minnoş insanlarla tanıştım, "Aman ne huzurlu bir ortam" diye içten bir oh çektim. Derken okullar açıldı ve perde kapandı. Ruhen ve fiziken bambaşka bir boyuttayım. Sanırım hayatımın en yorucu ve mutsuz dönemini yaşıyorum ama detay da vermicem bu konu hakkında. Sadece şundan eminim ki insan gerçekten sevdiği mesleği yapmalı. Öteki türlü Çin işkencesi gibi bir şey oluyor. 

Neyse ağlak bir yazı olmayacak bu. Zira bu yazının yazılma gayesi kısmetlerim."-lerim" kısmı dikkat çekti mi bilmiyorum ama çekmediyse de ben çekeyim. Zaten annemin hayallerinde, ben işe başladığımda nur topu gibi biriyle tanışıp onunla şakalar komiklikler yaşamam vardı. Hatta annemin teyzesi, kızı için Roma'daki Aşk Çeşmesi'ne para attığını söylediğinde annemin bana söylediği şey, "Ben şimdi Roma'ya gidemem ama senin için ilerideki Boğaçay köprüsünün üstünden para atarım." oldu. İşte kimi anneler Roma'daki Aşk Çeşmesi'nden kızına dilek dilerken, benim annem de derenin üstünden diliyor. Böyle halka yakın, böyle onlarla iç içeyiz biz ailecek. Evdeki bütün 5-10 kuruşları cebine doldurup köprünün başına gitmiş olacak ki işe başlamamla o paraların faydasını gördüm ben hemen.

Ben çok çay içmem blög. Kahvaltıda bir fincan içerim kuru kuru gitmiyor diye o kadar. Örtmen olunca içmek gerekiyormuş meğer. O ses çıkmıyormuş yoksa başka türlü. Çayları getiren çocuk, benim şekersiz içtiğimi fark edip 2. çay itibariyle çayımı şekersiz getirmeye başladı. "Hocam siz şekersiz içiyorsunuz, biliyorum." diyor çapkın çapkın gülerek. Gerçi çok şekerli içen arkadaşıma da 5 şeker falan getiriyor. Ona da "Hocam sizin için çok şeker getirdim." diyor. O biraz cilveyi seviyor anladığım kadarıyla. Çapkın bir çocuk.

Serviste bir hoca var sonra. Sürekli benimle konuşmaya çalışıyor. Yaşımı sordu, benden 10 yaş büyükmüş. "Genç gösteriyorum ama şapka taktığımda 3-5 yaş daha da genç gösteriyorum." dediği günün ertesi günü şapkayla okula gelmeye başladı. Serviste yine biri var. O kadar kasıntı ki, gören okulun hisse sahibi falan zanneder. Ama servisle gidip gelen biri en nihayetinde. Hiç konuşmadığımız halde Facebook'tan beni bulup mesaj atmış: "Erdem diye bir arkadaşımı ararken sizi gördüm :)" diye. Okulda bambaşka bir profil yansıtmıyor olsam "Yalanını s......" diye cevaplardım ama çok kibar ve de munis biri gibi davranıyorum. 

Durakta sapığım var bir de. Böyle filmlerde olur ya sessiz, ezik, gariban gözüken biri aslında seri katildir. Bu adam da aynı öyle biri. Beni her sabah durakta görüyormuş tanışmak istemiş. Ama ellerini heyecandan ovuşturuyor, kekeliyor falan gören şefkat göstermek ister. Anlayamadığım bu kadar çekingen birinin durakta gördüğü birine yazma çabası. Her sabah dibimde bitiyor. Adamdan o kadar tırstım ki normalde hiç söylemeyeceğim bir şeyi söyleyip "Benim babam emekli asker." dedim. "Tabancası var yani seni pipinden vurur." mesajını alsın istedim. Belki gerçekten gözüktüğü gibi zararsız biridir ama bu filmler, diziler de boşuna çekilmiyor değil mi efenim? 

Son olarak da bilgisayarıma flash disk'ten bulaşan virüs için götürdüğüm bilgisayarcının, bütün parfümünü bilgisayarıma boşaltma hadisesi var. Adamda öyle bir hava var ki, sanki babasına ait bir şirkette yazılım mühendisliği yapıyor. Sen de o şirkette çalışmak için mülakata gelmiş ezik bir yeni mezunsun. Öyle bir hava, öyle bir fiyaka. Yaptığı işi küçümsemiyorum ama o havayla sadece bilgisayarlara format atmak çok tezat. Bilgisayarımı eve getirip açmamla, parfüm kokusunun eve dolması bir oldu. Nasıl leş, nasıl ağır bir parfüm. Ondaki parfümün bilgisayara sinmesi olayı falan değil bu. Bildiğin en az 3-4 kez sıkmış klavyeye. Benim bilgisayarı açtığımda "Ah bu nasıl bir koku! Hemen gidip formatçıyla sevişmem lazım!" dememi hayal ederek yapmış olmalı. Annemle sildik, havalandırdık ama hala bilgisayarım ve dolayısıyla ellerim hiç tanımadığım bir adam kokuyor buram buram. 

Böyle manyak insanlarla dolu etrafım. Bunların sorumlusu olarak da annemi görüyorum ben. İnsan tek evladı için biraz yüksek hedefler koymalı kendine, biraz paradan feragat etmeli. Sonra "Elalemin sevgilileriyle fotoğrafı varken senin niye kedi köpekle?" diye sormamalı. 

19 Ağustos 2012 Pazar

Diğer Evlerde Çok Yedik Biz Sadece Çay Alalım


Çizgi filmlerde olurdu; ıssız adaya düşmüş ve günlerce aç kalmış adamlar birbirlerini bir süre sonra hamburger ya da kızarmış tavuk olarak görmeye başlarlardı. Ben de aynı mantıkla bayramları tatil olarak görüyorum yıllardır. Hatta eskiden hafta sonuyla bağlanıp 9-10 günlük bayramlar olurdu en şahanesinden, artık yaz tatiline geliyor mesela hoş değil. Neyse belki de büyük aileden uzakta büyüdüğüm için benim için sadece tatil ifade ediyordur bayramlar. Anne ve babamdan ibaret "ailecik"le arada büyüklerin olduğu şehirlere de gittik gerçi yalan söylemiyim. Ama öyle bayram kültürüm yok ne yazık ki. Belki de yazık değildir gerçi. İlerde "çocuğum niye yanıma gelmedi, ah torunlarım, nerede o eski cıvıl cıvıl kalabalık bayramlar" diye hayıflanacak hatıralarım yok benim. Nijeryalı bir çocuğun "Niye iPad'im yoooğk!" diye böğürmeyeceği gibi bir durum. iPad ne yani görmemiş ki sabi. Bir sömürgeci turist çocuğu elinde iPad'iyle çok enteresan bir canlı görmüş gibi gözüne sinek konarken fotoğrafını çekmediği sürece ruhu duymaz.

Bu benim avantajım mı dezavantajım mı tartışılır ama bir kadın var ki onun için artık bayramlar mutsuzluk sebebi olmaya başladı gün be gün: 9 çocuk, 18 torun, biri annesinin göbüşünde 13 torun çocuğuyla "Trabzonlu Kibele" büyük anneannem, gelecekteki bayramlarını hiç böyle hayal etmemişti muhtemelen. "Şimdi şu kadar çocuk doğurdum, onlar da ikişerden torun yapsalar, 5 kişi ordan, 3 kişi burdan eder mi sana 30 kişi! Oh güzel bayramlar!" Evde yapılan hesap çarşıya uymadı tabii. Yıllar içinde bütün çocukları başka yerlere gidip kocacığı da ölünce evini kapatıp büyük kızının yanında kalmaya başladı ki o kız benim anneannem. Bütün çocukları ve torunları ayrı ayrı sevip ilgileniyor tabii ki ama hayalindeki şey bu değil biliyorum. Sabah aradığımızda evde değildi, gelen giden olur belki diye kendi evine gitmiş. Belki de kafası şişmiştir yılların gürültüsünden. Şöyle kocasız, çocuksuz, torunsuz bayram tatili yapacaktır sessiz sakin. En çok harçlığı da o verir oysa. Kâra geçti bu bayram. 

Bayramları tatil olarak görmeyen herkesin bayramını kutlamayı planlıyorum önümüzdeki bayram. Telefondan değil ama. Öperek böyle harçlık alarak. En çok harçlığı da büyük anneannem verir köşeyi dönerim hem. Öberim ellerden :*

20 Temmuz 2012 Cuma

Bayandan Temiz Kullanılmış DR Plakalı Evim Var



Kaç zamandır internetten kiralık ev arıyoruz bana ailecek. Arabam olmadığı için ev şehre yakın olsun istiyorum ki dışarı çıkmalarım rahat olsun. Aynı zamanda servis güzergahına yakın yerlere bakıyoruz bir de. İlk başta en alt kat olmasın, en üst kat olmasın, güneş gören orta katlarda bir ev olsun, güvenlikli olsun, döşü kıllı olsun, beni taşıyabilsin gibi isteklerim varken, bütçemin yettiği evleri görünce "giriş katı olabilir ama camlarında demir olsun" a döndü benim cümlelerim. Boşanmış olabilir ama çocuğu olmasın en azından yani. İstediğim yerlerdeki evler uçmuş çünkü. Sonra bir arkadaşım büro olarak kullandıkları evden çıkacaklarını söyledi. Evin yeri şahane, fiyat da uygun olunca ben ev bakma işlerini bıraktım bile. Yine de elimizde telefon numaraları ve adreslerle Ankara'ya gittik babamla. 

Önce tam eşyalı bir eve bakmaya gittik. İnternette eşyalar süper gözüküyor, semt Gazi Osman Paşa falan gayet kuul yani. Eve bir girdik ki giriş dedikleri ev aslında bodrummuş, camlar bile yukarda. Adını Feriha Koydum'a bir sezon daha tahammül edemez yani bu ülke, öyle bir atmosfer. Hiç fotoğraflardaki gibi değil. Zaten internette güzel olan evler; 175 boyum, sapsarı saçlarım, mavi gözlerim var diyen mirc kızları gibi. 1. katta gözükenler hep bodrum. Oldu o zamaan biz artık gidelim diye hazırlandığımızda orda kalan kiracı bize yolu tarif etti. Biz onun tarif ettiği yerden gidince anladık ki orada yaşayıp, o yollardan yürüyebilmemiz için önce keçi olmamız lazım. Çünkü yokuş denmez oraya, sarp uçurum. Kışın karda buzda poşetle kayarım desem hızımı alamam kesin karşı evin duvarına yapışırım. 

Orası olmayınca arkadaşımın bürosuna gittik. Güniz Sokak'ta Süleyman Demirel'e komşu olurum, Kuğulu Park'ta kuşlara yem veririm, Random'da bir tane bira içip evime 5 dakikada varırım diye hayaller eşliğinde gittim ben tabii. Girdik apartmana giriş kattaki kapılara bakıyoruz hangisi diye. Birden arkadaşım aşağıdan "Burası!" diye seslendi. Babamla göz göze geldik. "Yine mi Feriha!" bakışıydı o. Tuvalet banyo falan rezaletti zaten. Oldu o zamaan diye ordan da çıktık Tunalı hayallerimle birlikte. 

Bir kere ev sahibi kibri diye bir şey var şu hayatta. Zannedersin bana Ali Ağaoğlu. Hele bir kadın vardı, eğer onu orada parçalamadıysam -ki parçalamadım- , bu hayatta kolay kolay kadın parçalamam. Ahır gibi bir evi var, havalandırmaya bakan mutfağındaki fayanslar dökülüyor diye bantla yapıştırmışlar. Yerlerde milyonlarca bakteri ve allerjen barındıran halıfleks var ki 10 tane kedi beslesem anca denk gelir. Bir de o göt gibi eve 1000 lira kira istiyor. Göt dediysem de bir Rus götünden bahsetmiyorum tabii ki. Türk, Hint bilemedin Arap götü falan. O dandik eve o kadar para çok dediğimizde de "Hiç birbirimizi yormayalım aradığınız tarzda evler mutlaka bulursunuz" diyor bir de kaltak. Dedesinin, babasının eviyle adam olmuş bana. "Kızıııım ben senii, bu evinii, bulunduğu mahalleyi satın alırım beeeğ! Hooooşşt!" diyen bir Şahika Koçarslanlı olabilirdim. Ama maalesef değildim. Ordan da çıktık gittik. 

Ya gezdiğimiz evler çok kötü olduğu için, ya da o ev güzel bilmiyorum bir ev beğendik ve tuttuk sonra. Artık evim var barkım var. Bugün de bir arkadaşım "Aslında ev arkadaşına ihtiyacım vardı ama sizinkiler izin vermez diye demedim." dedi. Bir Evropalı, efendime söyliyim bir Amerikalı olaydık belki bir erkekle ev arkadaşı olmamı hoş görecek ebeveynlere sahip olabilirdim lakin ülkem henüz buna hazır değil. Dolayısıyla birbirimize oturmaya gideriz artık. 

Böyleyken böyle blög. Büyüyünce de ev sahibi olmaya karar verdim ben bu arada. Şu hayatta edinemediğim statüyü, görmediğim itibarı o evle sağlayıp; yıllardır ezilmiş olan egomu bir nebze pışpışlamak için. Bye for now bitches.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Yeni Aile Planlamasını Açıklıyorum


Üniversitenin 2. yılı mıydı, 3. yılı mıydı hatırlamıyorum ama çeşitli okul faaliyetlerine katıldığım delikanlı dönemlerimdi. Şimdi 6. seneyi neredeyse dolduracağım şu dönemlerde, bizim bölümün düzenlediği İstanbul gezisine gitmeye bile halim yok. Ama o zamanlar toplulukların aktivist bir üyesiydim ben. Bu zaten üniversitenin ilk yıllarında kızların saçlarını kızıla boyatması ve erkeklerin saç sakal uzatmasıyla paralel gelişen bir durum. Genelde rock müzik dinlenir, Hacettepe ve ODTÜ'nün şenliklerinde sarhoş olunur falan. Leş dönemler işte. 

Yine o dönemlerde okulun kampçılık ve doğa sporları topluluğuyla bir trekkinge katılmıştım. Sabahın kör bir saatinde evden ayrılıp Kızılcahamam'a gittim. Ve cep telefonumu sırt çantamın içine atıp bir daha da bakmadım. Çünkü bir günlük de olsa  teknolojiden uzak durmak istedim. Çünkü üniversitenin ilk yıllarındaydım. Çünkü hayata dair bazı isyanlarım vardı. Çünkü henüz 20 yaşında bile değildim. 

Yürüyüşün bitmesine yakın -ki akşam 5 falan olmuştu- grup lideri "Arkadaşlar beni okuldan aradılar, ulaşamayan aileler varmış. Herkes telefonlarına baksın biraz ara veriyoruz." dedi. Herkes baktı bir sıkıntı yok. Benim aklıma geldi aslında ama kedidir kedi dedim. Telefonuma bir baktım ki 20 cevapsız arama, 30 mesaj. Annem, babam, amcam, kuzenlerim, alakalı alakasız arkadaşlarım... Ciddi bir takım çalışması olmuş yani. "Tamam ulaşılamayan benmişim" dedim ve annemi aradım. Annemin "Sen nerdesiiiiiieeeeğnn!" diye öyle bir çığlığı vardı ki hala Kızılcahamam'ın dağlarında onun yankısı duyulurmuş bazı bazı. O çığlıktan gruptaki insanlar korktu yani öyle bir çığlık. Neyse konuştuk, hayatta olduğuma ikna etmeye çalıştım ve yürümeye devam ettik. Yürüyüşün sonunda bizim okulun kaplıca otelinde bir şeyler yicektik. Otele doğru yaklaşırken kapıda bir grup otel çalışanını gördük. Bizi görünce yaklaşıp "İsmini Vermek İstemeyen Seyirci yanınızda mı?" diye telaşla sordular. Zaten o dakikadan sonrasını çok hatırlamıyorum, savunma mekanizmasından beynim o anları sildi sanırım zihnimden. Hala orada bulunan bazı arkadaşlarımın aklına bu rezilliğim gelir ve gülerler. 

Peki benim bilinç altıma attığım bu anım yine niye pörtledi? Bu rezilliğimi daha geniş kitlelere ulaştırmak ve bu anıyı ölümsüzleştirmek istemedim durup dururken tabii. Bizim yurtta internet çok tuhaf. Bizim kattaki modem çalışmıyor, kendimi duvara yapıştırıp A bloktan yararlanmaya çalışıyorum falan. Bayaa çaba harcıyorum yani. Ben de çalışma salonuna indim bilgisayarımla. Çalışma salonu da yerin 9 kat altında olduğu için telefonum çekmiyor. Su içmeye odama çıktığımda annem aradı "Sen nerdesiin?" diye. Öyle büyük bir deprem değil de artçı etkisi gibiydi daha ziyade. Sonra tekrar indim. Bu sefer de arkadaşım Facebook'tan mesaj attı "Zeki amcam sana ulaşamamış merak etmiş bir ara" diye. Facebooktan kalp yaptım, "yaşıyorum Zekicim" dedim. Öyle minnoş ebeveynlerim var ki, benim önceki yıllarda yaşadığım bu travmayı her daim canlı tutup unutturmuyorlar asdf :D 

Babamı da rahatlattım ve buradan tüm insanlığa seslenmeye geldim. Tek çocukla kalmayın, çok çocuk yapın! Öyle RTE'nin dediği gibi üç çocuk falan değil. 6-7 tane yapın siz garanti olsun. Yapın ya elinize mi yapışır. Hem çocuk rızkıyla beraber gelirmiş derler. Yapın nolur! 

10 Nisan 2012 Salı

Elimde Sihirli Bir Değneğim Olsa Kendime Akıl Dilerdim


Uzman Tv'de "uçuk nasıl tedavi edilir?" diye bir video izliyordum demin. Niye Uzman Tv ben de bilmiyorum. Google'da ne aratsam o çıkıyor çünkü. Uzman Tv bambaşka bir kültür zaten, ayrı bir ekol. Neyse bilmediğim bir şey söylemedi gerçi küt saçlı, ev ekonomisi öğretmeni tipli kadın, ağzını şaklata şaklata. Dediği şeylerin hepsini ben de çıkar çıkmaz yaptım zaten. Kaç gündür dudağımdaki uçuk, uçuk virüsünün lenf bezlerime sıçramasından kelli bir ağrı ve gözümde geçmek bitmeyen bir batmayla yaşıyorum. Bütün dünyam başıma yıkılmış bir haldeyim yani. Dün de uçuğum geçmek üzereyken yeni yeni kabarcıkları görünce annemi aradım. Dünyamın başıma yıkılmış olduğu detayını da cebimize koyarsak, konuşma sırasında zırladığım gerçeği çıkar ortaya, ki bu doğrudur. Ardından annem babamı aramış, babam beni aradı. Böyle bir zincirleme telefon tamlaması gerçekleştirdik kendi aramızda. Dünden beri de günün çeşitli saatlerinde ikisi tarafından aranıp, halet-i ruhiyem teftiş ediliyor. Zira uçuk için ağlayan bir insana ben de normal gözüyle bakmam zaten. 

Annem haftalardır dedem hasta olduğu için onun yanında. Bana da iyi olduğunu söylüyorlardı ama bugün, aslında onun geçen zamanlarda yoğun bakımda yattığını, komalara girdiğini, iç kanama geçirdiğini, durumunun kritik olduğunu ve yeni yeni toparladığını öğrendim. Beni üzmemek için bunların hiçbirini söylememişler. Dedemin hastaneden çıktığını zannedip uçuğum için telefonda zırlarken de annem hastanede onun yanındaymış. İnsanlar ne büyük sıkıntılar yaşayıp sırf beni üzmemek için yansıtmıyorken benim bok kadar şeyi büyütüp onları huzursuz etmem bencillikten başka bir şey değil. Küçükken daha akıllıydım ben ya. Niye böyle oldum? İşte tek çocuk bu yüzden yapmayacaksın aslında. Elinin altında bir tane yedekte düzgün bir çocuk olacak ki en azından onunla avunasın. Anne baba, siz ikinci çocuğu bir düşünün bence çok geç kalmadan.
Özür dilerim :* 

4 Nisan 2012 Çarşamba

Küçük İnsan


Sınavdan sonra Berk'i evine bırakmak için Tunalı'ya gidiyorken "Hava ne güzel, Kuğulu Park'ta oturup simit yemesek mi?" diye konuştuk. İlke de "Evet ne güzel olurdu" gibi bir şeyler söyledi. "Hadi yiyelim o zaman." dedik. İlke şaşırdı. Simit+ayran+Pınar Beyaz yaptık. Kuşları besledik. İlke daha da şaşırdı. Hayallerimiz bile küçük blög. Hemen gerçekleşen cinsten. 
Eskiden dansöz olacaktım, aya çıkacaktım sonra. Daha büyük hayallerim vardı benim. Nerden nereye :ı 

20 Mart 2012 Salı

Kim Lan Bu Günseli Deniz?


Haftalardır hareketli hareketsiz tüm reklam panolarında saçlarını savurmuş, etrafında kuşlar uçuşan, sanki ölmüş de melek olmuş ya da aslında huriymiş gibi etkiler verilmeye çalışılan bir kadın var. Kara kaşlı kara gözlü olup açık bok rengi saçlarıyla ne kadar başarılı olur orasını bilemem. Sesini bir kere bile duymadığım için güzel olup olmadığı hakkında da yorum yapamam. Ama "Kalp Ağrısı" diye ismi olan bir şarkıyı dinleyeceğimi sanmıyorum zaten. Hatta kalpağrısı. 

Ekşi'ye baktım, övmüşler gibi. Sezen Aksu şarkı vermiş de bilmem neymiş. Gerçi Sezen Aksu bir kriter değil yani. "Benim adım Sezen" diye düz bir cümle kurup şarkı diye satsa alan şarkıcı mutlaka olur. Aslında benim merak ettiğim bu kızın arkasındaki güçler kim? Reklamın iyisi kötüsü olmaz sonuçta. Bana bu yazıyı yazdıran ne? 

Sen daha yeni çıktın, hatta çıkmadın bile haftalardır boy boy afişlerin her köşe başında nasıl duruyor? Senin bu afişlerin günlük kirasından haberin var mı? Hareketli yanar dönerli panolarda klibin nasıl 2 dakikada bir oynatılıyor? Cuma günü sunum yapcam. Oturup hazırlanayım derken, Tandoğan Meydanı'nda sürekli sürekli klibini gördüğüm için bana niye bu yazıyı yazdırıyorsun işimin gücümün arasında? Ali Ağaoğlu'yla bir ilişkin mi var? Yoksa bir mafya babasının kapaması falan mısın? Kimsin sen? 

Bu arada son yazdığım gerçekse saygılar sunarım abla. Saç rengin, albüm kapağın falan şahane. Senin gibi yeni seslere, yani kanlara ihtiyacı vardı bu milletin. Tek eksiğimiz sendin. Şahdık şahbaz olduk. Sezen Aksu zaten inanılmaz bir değer, Minik Serçemiz o bizim. Bayılıyorum. Abiye de hürmetlerimi sunarım. Başarılarının devamını dilerim. Öptm kib :*

16 Mart 2012 Cuma

Mezun Olayazdık Bugün


Ve ben büyüyünce fotoğrafçı olup, yıllık işine girmeye karar verdim.
Çok para var bu işte. Büyük soygun var.
Yanında yalandan kupa, afiş falan verip kandırabilirsem şahane.
14 fotoğraflık albüm 350, 20 fotoğraflık albüm 500 lira. Temiz iş.
Cep telefonuyla çekilense bedava.
Öberim:*

28 Şubat 2012 Salı

İnanırsam Olur Bence


Şu 23.5 yıllık ömrümde çeşit çeşit insan gördüm. Cüzdanına hurma çekirdeği koyan ya da çayına dört şeker atanlar içlerinde en masum olanlarıydı. Küçükken tasolarımı çalan karşı komşunun kızı vardı mesela. Ben de onun en sevdiği Tweety'li tasosunu bilerek kırmıştım, ödeşmiştik. Benden yaşça çok da büyük olmayan küçük dayım kolalı şekeri bana vermeyip limonluyu kakaladığı zaman o okula gittiğinde dolabındaki bütün Galatasaraylı futbolcuların yapıştırmalarını yırtmıştım, ödeşmiştik. Görüldüğü üzre ben de gayet eşitlikçi bir insanım yeri geldiğinde. Ama yaşım 24'e doğru yol alırken öyle taso kırmalar, kağıt parçalamalar olmuyor tabii artık. Ödeşemiyorum ağız tadıyla. 

Son zamanlarda liselilerle ödeşmek istiyorum mesela. Çünkü stajım yine başladı. Bu dönem 10. sınıflara da gitmeye başladım. Aramızda neredeyse 10 yaş fark olmasına rağmen yan yana geldiğimizde benimle yaşıt gözüken dana gibi kızların tuhaf bakış ve tavırlarıyla karşı karşıyayım. Eskiden kendi aramızda konuştuğumuz "kadın hocalar erkek öğrencileri neden daha çok seviyor?" un cevabını şimdi şimdi almaya başladım. Gönül ister ödeşmek adına saçını çekeyim, dişlerindeki tellerle çok çirkin gözüktüğünü yüzüne vurayım ama olmuyor tabii. Etik olmaz en başta. Öğretmen öğrenciyle ödeşir mi di mi ama? Zaten ben niye öğretmen oluyorum, beni kim kandırdı da buradayım onu da bilmiyorum. 18 yaşımı doldurmamıştım üniversite tercihi yaparken, şu an onların sayılmaması lazım. Çok küçükken dansöz olmak isterdim mesela. Büyük hedeflerim vardı benim. Hep ailelerin sanata önyargılı olması işte, hep! Şimdi tercih yapıyor olsam ilk sıraya Boğaziçi Tıp, ikinci sıraya da ODTÜ Tıp yazardım. Kazanana kadar da başka tercih yapmazdım. Hedeflerim büyük nabacan. 

Neyse insan tahlilime dönecek olursam, küçükken duvar boyası yiyen insanlara da rastladım, göz kapaklarını dışa doğru kıvıranlara da. Ama en tuhafları liseliler ve okullardaki orta yaşlı kadın öğretmenler çıktı. Gerçekten. Tuhaflık evresinden birincisini atlattım. İkincisini ıskalarım umarım. Zira doktor olcam ben. -_-

24 Şubat 2012 Cuma

Bir Biscolata Erkeği Alana İkincisi %50 İndirimli


Kadını sermaye olarak gören ve filmde, reklamda, afişte, orda burda bunu kullanan zihniyete yıllardır aşinayız zaten. Bir filmde geçen sevişme sahnesinde kadının memesi, kalçası vazgeçilmez bir görüntüyken erkeğin hiçbir yerini göremeyiz ne hikmetse. Sırtta biter adamın dekoltesi. Hoş sanki görsek ne olur? Belki inandırıcı olur bilemiyorum. Artık "yaşam şartları" mı denir ne denir bilmiyorum ama kapital düzende kadınlar da bu sistemin içinde sonuç olarak. Onlar da öğrendi nasıl hayatta kalacaklarını. Bacak ve meme dekoltesinin, belki de frikik vermenin hayatını kolaylaştırdığını gördükçe oyunu kurallarına göre oynamaya başladılar. Çıkan sonuç estetik mi? Evet estetik. Kârlı mı? Evet kârlı. 

Sonra bu işleri yöneten beyinler pazara hareket katmak adına arzulanan nesneyi değiştirdiler. Artık reklamlarda, dizilerde, filmlerde gerçek hayatta göremediğimiz adonisleri, karınlardaki 6'lı takımı, pürüzsüz vücutları görmeye başladık. Kıvanç Tatlıtuğ Türk televizyonunda bu değişimin öncülerindendir mesela. Nasıl Victoria's Secret defilesini izledikten sonra sokakta gördüğü sıradan kızlara acıyan gözlerle bakan erkekler varsa, kadınların da çıtasını yükseltti bu tip olaylar haliyle. Baktılar bu iş de oldukça tuttu, artık her yerde çıplak erkekler görmeye başladık. Mesela bir bisküvi. Karnın acıktığında seni doyurmaz bile. Atıştırmalık dandik şeylerdir. Ki eskiden "anne eli değmiş gibi" nidalarıyla sattılar bize yıllarca onları. Ama artık lazerle alınmış tüysüz kaslı vücutlu adamlar var bisküviyle yan yana. Biscolata'nın ilk reklamlarında bir de hamur falan yoğuruyordu bu adamlar. 

Şimdi de bu Biscolata erkeklerini İzmir Kipa'ya getirmişler. 
"Biscolata Erkeklerinin ellerinden Biscolata Choco Chips ve Biscolata Pia tatmak için 24 Şubat’ta Çiğli, Bornova ve Balçova mağazalarına gidebilirsiniz." 
Ellerinden Biscolata tatmak ne ya? Bir de Facebook'ta dolaşan fotoğraflarını gördüm. Adamları soyup markete atmışlar çok komik. Gerçi giyinik bir Biscolata erkeğini muhtemelen tanıyamayız ama olayın kadın erkek boyutunda değilim ben artık. Para kazanmak adına bu kadar insan ticareti nedir yani?

28 Ocak 2012 Cumartesi

Brokeback Mountain


Bazı akşamlar annem babam ben, çekirdek aile olarak film izliyoruz. Babamla film çok güzel izlenir ama annemle izlemek zordur. Film onu açmazsa sıkılır, konuşur, yorum yapar, sevişme sahnelerinde ben de izliyorum diye kıpırdanır falan. Ama ben geçen sene ona Old Boy'u izlettim ve neye uğradığını şaşırdı. O filmden beri de kıpırdanma eşiği yükseldi, öyle her şeyi yadırgamıyor artık.

Babam DVD'lere bakarken Brokeback Mountain filmini aldı eline. "Hadi izleyelim" dedim. "Yalnız oradaki adamlar eşcinsel" diye de hatırlattım ki yok ben duymamıştım, yok ben bilmiyordum olmasın. İzlemeye başladık. Manzaralar güzel, koyunlar kuzular falan adeta pastoral bir şiir kıvamında. Sonra filmdeki abiler kendi aralarında şakalar gülmeceler, nanaylar ninaylar derken sevişmeye başladılar. Bu sefer itiraf ediyorum ben de annem gibi kıpırdadım biraz yerimde. Nihayetinde "aile paketi" şeklinde izliyoruz filmi. Hadi göster ama elletme, öpüş koklaş falan ama ayıptır lan babamla izliyoruz! Sahne hafiften kımıldanacak, birkaç saniye etrafa bakınılacak uzunluktaydı neyse ki çok sürmedi ve yine pastoral şiire bağlandı bir yerde. Ardından "bu ilişki sadece cinsellik üzerinde değil, aşk üzerine de kurulu" anafikrimizi cebimize attık ve kırlarda bayırlarda adeta kuzu misali hoplaya zıplaya, düşe yuvarlana cilveleşmelerine tanık olduk. Annem de bir yere kadar yorum yapmadan dayanabildi tabii. "Cemil İpekçi de böyle mi aşık oluyor acaba? himini kikir kikir" dedi. Yani Cemil'i bilmem ama benim bildiğim bir tane aşk var, o da cinsiyet ayırmıyor. Hoş bence ayırsa fena da olmaz ama ayırmıyor işte nabacan bacım insan bu. "Benim tek aşkım Allah aşkı" falan yalan dolan işler zaten. Adamlar bildiğin özlemle, aşkla, hırsla öpüşüyorlar yani öf ne biliyim ben!

Adamlar çoluk çocuk sahibi falan da olunca annem pek takdir etmedi olayı. Hatta duruma biseksüel, homoseksüel diye bakmayı da bıraktı, direkt "erkekler" diye tek çatı altında topladı. "Kadın bulamazlarsa birbirlerini (sansür var burda) bu erkekler!" diye noktaladı ki ben hâlâ gülüyorum o yoruma. 

Bir Derya Köroğlu, Murathan Mungan aşkı vardı mesela. Benim en samimi bulduğum aşklardan birisiydi zamanında. Hatta garipsemediğim tek eşcinsel ilişki onlarınkiydi niye bilmiyorum. O şiirler, şarkılar boşuna olmasa gerek. Her şeyi geçtim en azından üretken bir aşktı. Ama sonra ne oldu? Yıllarca Murathan bebeğimle olan Yeni Türkü Derya, gitti genç bir kadınla evlendi. Naalaka yani. Hoş mu oldu peki? Hayır. "Murathancı" yım ben bu müsabakada. Galiba biseksüellik olayına karşıyım ben. Ayrıca bunlardan bana ne? Hiçbir fikrim yok. 

Buradan herkese seslendiğim gibi eşcinsellere de sesleniyorum. Ne yaşadığınızla veya ne hissettiğinizle her ne kadar burada çok ilgiliymişim gibi gözükse de ilgilenmiyorum. Gerçekten. Hayat sizin ve kimse karışamaz. Ama size benden bir abla nasihatı. Karşınızdaki adamı iyi seçin. Evli erkeklere yanaşmayın. Etik değil bir kere. Bir de ulu orta yapmayın bu işi. At gözlüklerimi çıkarayım diyorum ama iki erkeğin öpüşme sahnesi bana hâlâ tuhaf geliyor. Alışamadım henüz. Siz de anlayışlı olun biraz.
Öberim :* (yanaktan)

24 Ocak 2012 Salı

Anlamlandıramadığım Şeyler Var


Dört yaşındaydım. Eskiye dair şeyleri fotoğraf karesi gibi hatırlar ya insan. Benim de aklımda sadece kare kare görüntüler var. Bilmiyordum henüz suikast nedir, faili meçhul nedir, bomba nedir veya niyedir. Babamın ağladığını hatırlıyorum çok net. Televizyonda parçalanmış bir araba vardı, ekranın yanında da Uğur Mumcu'nun fotoğrafı. Gazeteci olduğunu biliyordum sadece ve babam ağladığına göre iyi bir adamdı herhalde. İyiydi ama belliydi. Kötüleri böyle vahşice avlamazlar çünkü. İyi bir adamdı da iyiliği neydi, bilmiyordum. Küçüktüm çünkü, dört yaşındaydım.

On dokuz yıl geçmiş aradan. Uğur Mumcu öldürülmeden önce caddesi yoktu, misal. Var on dokuz yıldır. Suikastler var hâlâ. Bulunmayan katiller var, bulunsa da bulunmayan katiller... Ekranların yanında fotoğraflar var, iyi insanlara benziyor onlar da. Sonra düşünme yasağı var hâlâ. Birilerinin rahatını kaçırmak yasak.Karanlık var hâlâ, inatla aydınlanmasına izin verilmeyen. Ve ben on dokuz yıl geçmesine rağmen hâlâ anlamıyorum bomba nedir, silah nedir, öldürmek nedir veya niyedir. 

23 Ocak 2012 Pazartesi

Zaman Tünelinde "Dünden Bugüne Programlar"


Türk televizyon tarihinde Esra Ceyhan gibi bir gerçeği kimse göz ardı edemez sanırım. Ayrı bir ekoldü o.  Daha sonra program yapanlar onu örnek aldılar kendilerine. Riyakarlık veya konuk yalakalığı falan ondan yadigar hep. Öncekiler varsa da benim yaşım yetmiyor demek ki bilemiyorum. 

Eylül ayı falandı sanırım, Sabahların Sabaaağsı'nı görmüştük televizyonda. Seda Sayan'dan farklı bir format, farklı bir kadın ama garip bir şeyler var tarif edemediğim. Saba Tümer geç saatlerde yaptığı programlarla insanların sevdiği bir kadındı vakti zamanında. Ben o zamanlar da sevmezdim ayrı. Çünkü ben ağzıyla gülen insan severim. Hatta bir keresinde Kenan Doğulu konuğuydu. "Senin gülüşünü de çok seviyorlar, gülerken mikrofonu ağzından çekme sakın" diye öğüt vermişti adama. Şimdi kimse bana samimiyetten içtenlikten bahsetmesin. Zaten Saba o sesi çıkarırken gerçekten gülmüyor. İstediği zaman gülüyormuş gibi yapıp o sesleri çıkaran insanlar tanıyorum çünkü ben. 

Her neyse ilk programlarından birinde konuğu Ali Ağaoğlu'ydu. Ali Ağaoğlu bir kere boş adam, bunu tartışmak anlamsız. Kelime dağarcığını para, inşaat, para, araba, para, bina, kadın, para ve yine para kelimeleri oluşturduğu için bir cümle kurmaya çalıştığında "bu çok şey bir şey" gibi bir cümle çıkıyor ortaya. Dolu olan tek yeri cebi anladığım kadarıyla. Tabii bir de görgüsüzlük barı dolu ağzına kadar. Adam helikopteriyle programa geldi ya, ötesi yok bence. O programa gelene kadar da araba koleksiyonları gösterildi, helikopterinden canlı yayın yapıldı falan. "Saba Tümer neden programında böyle bir şeye izin veriyor ki?" diye düşünürken değirmen taşı kıvamında kocaman kıçını oturduğu yerden kaldırdığı gibi Ali Ağaoğlu'na sarılıp öptü geldiğinde. En sevilen iş adamı, Türkiye'nin bayıldığı isim vs. Durdu durdu ağzına mikrofonu sokmak suretiyle kahkaha atıp adamı övdü. Anladık ki artık Saba da eski Saba değil.  

Okul varken televizyon izlemediğim için tatilde eve gelince bakıyorum. Ben sadece belgesel, kültür sanat programları ve açık oturum izliyorum inanır mısınız? Yok inanmayın zaten. Böyle de söylemeyin orda burda, kimse de size inanmaz. Neyse geçen hafta tiyatrocu üç kardeşi konuk almış. Konuklarıyla o kadar ilgisiz ki soru sorup cevabını bile dinlemiyor. Hatta birinin oynadığı filmi öteki oynadı diye söyledi. Bir de filmi izlediğini ve çok beğendiğini söyleseydi işte o zaman dadından yenmezdi ama konuklar insaflı kişilermiş hatasını düzelttiler. Sonra dünyanın en uzun adamı diye rekorlar kitabına girmiş 2 metre bilmem kaç santim uzunluğunda bir adamı çağırmış. "Kardeşlerin arasında en uzun sen misin şimdi kahkahkah?" diye bir soru sordu ben artık televizyonu kapattım zaten. Okumam gereken kalın kalın kitaplar var benim. Katılmam gereken sanat sergileri, çekmem gereken sanatsal kısa filmler var.

Evet artık geldik yazımızın "conclusion" bölümüne. Şarkıyı bilmediği halde kameranın onu çektiğini fark ettiği an ağzını oynatmaya çalışan, riyakarca kameralara ağlayan, doktor diye anons ettiği konuğunun avukat çıkması gibi gafları olan ve televizyonları yıllarca esir alan Esra Ceyhan sözüm sana! Şimdi nerelerdesin bilmiyorum. Neredeysen mümkünse orada da kal zaten. Ama bak gör bu ülkeye neler yaptın. Bu ülke ki İkbal Gürpınar, Müge Anlı, Saba Tümer ve nicelerine maruz kalmak zorunda senin yüzünden. Şimdi kameralar olmadan ağla ki insanlar bu programları izlemek zorunda kalıyor. Herkes ben değil ki kültür sanat programları, açık oturumlar, belgeseller, serg...