22 Eylül 2011 Perşembe

İncir Reçeli Güzeldir Ama Yersen


Yolcu profili denen bir şey var. Mesela önemli bir kesimi üniversite öğrencileri oluşturuyor. Bunlar Uykusuz okurlar, Kamil Koç'un Rahat Hat'tında genelde tek kişilik koltukta giderler, kızlar çoğunlukla kızıl kıvırcık küt saçlı (arkası kısa önü uzun) , erkekler küpeli keçi sakallı falan olurlar. Bu kesim genellikle yazın Olympos, Çıralı, Kelebekler Vadisi gibi yerlerde tatil yapar. Eğer yanınıza düşerlerse tedirgin olmanıza gerek olmayan tiplerdir zira kulaklıkları takıp yolculuk boyunca ses çıkarmazlar. Mis gibi bir yolculuk partnerleridir.

Bir diğeri "çocuklarına ekstra bilet almayan anne" modelidir. Gayet pinti olan bu tip kadınlar için yolculuğun 2 saat ya da 8 saat oluşu fark etmez, çocuğu kucağında götürebileceğine inanmıştır çünkü. Mutlaka boş koltuk olur diye alınmayan biletler sonunda bir yerlerde patlar. Bu yaz aynı mantıkla tek bilet alan iki kadını yan yana otururken gördüm mesela. İkişer çocuklarıyla birlikte altı kişi gittiler iki tanecik koltukta. Bunlar da böyle bir profil.

Daha aklımda vardı bazı tipler ama bugün aşı olduğum için uyuşuğum sabahtan beri. Yazasım gelmedi onları. Bu arada bitti benim kuduz aşılarım nihayet. 1 hafta sonra içki içicem. 1 aydır sek Erikli içip durdum, bu kadarı kafi sanırım. Neyse görüldüğü üzre yolculuklar yaptım ben. Antalya'dan Ankara'ya geldim, ordan Zonguldak'a gittim dedemi anneannemi görmeye 1-2 gün, sonra yine geldim Ankara'ya falan bir sürü yol teptim. Bu yolları teperken film de izledim. Otobüsteki filmlerde İncir Reçeli varmış. Bu filmi de Facebook'ta o kadar çok yağladılar balladılar ki görmüşken izliyim bari dedim. Çünkü "incir reçeli güzeldir" diye iletiler mi yazılmadı, şarkılar mı paylaşılmadı, profil fotoğrafları mı yapılmadı film karelerinden... İnsan merak ediyor haliyle. Film için sadece şunu söyleyebilirim; götüm gibiydi. Kimse kusura bakmasın ama bir filmin içine bu kadar çok klişeyi sığdıramazsın yani, olmaz patlar bir yerde. Her sahnesi ayrı demode. Bir parçası eksik tamamlanmamış puzzle var ve o eksik parça son sahnede ölmek üzere olan kahramanın elinin içinde falan. Nasıl yaratıcı geçekten. Aşırı doz klişeden altın vuruşla ruhumu teslim edecektim ki Ankara'ya vardım neyse ki. 

Çok sevdiğim arkadaşım Hüsot evlendi ayrıca. Aslında onun için erken geldim ben Ankara'ya. Servisin arkasında dedikodu yaptığın, dalga geçtiğin, eğlendiğin insanı damatlık giymiş görünce garip oluyor insan. Kendimi de topuklu ayakkabıyla görünce garip oldum mesela. Ayağım 2 gün kramp girmiş gibi ağrıdı. İnsan anatomisine ters bir kere o ayakkabılar. Kadının toplumda gördüğü baskının ve şiddetin bir diğer dışa vurumu. Dikkat ettiyseniz "dışa vurum" gibi kelimeleri cümle içinde kullanarak toplumsal mesajlar gönderiyorum. Ah ne kadar marjinal ve de entellektüelim. Her neyse giyene saygım arttı özetle, zor iş. Elbise sonra... Daha giyer giymez krem damlattım eteğine, düğünde de ordövr tabağından domates döktüm üstüme. Alışmamış götte don durmuyor görüldüğü gibi. 

Hava durumuna bakacak olursak, muhtemelen Balkanlar'dan gelen serin havanın etkisindeyiz. Hava yarın Ankara'da yağmurlu ve 19 derece. Yanınıza hırkalarınızı ve şemsiyenizi almayı unutmayın.  Evet, ben geldim :*

11 Eylül 2011 Pazar

Diziler Başladıysa Okul Açılıyor Demektir


Bahçedeki melissaların açmasıyla "ohh mis gibi açalım camları da eve dolsun koku" derken alerjim pırtladı. Yine spreyler ve haplarla gayet seviyesiz bir ilişki içindeyim. Burnum zaten özerkliğini ilan etti 2 sene önce. Dış işlerinde bana bağlı olsa da, iç işlerinde ona karışamıyorum. Nefes ve koku alma organı olarak görmüyorum artık ben onu. Yüzümde bir aksesuar sadece. Burnum var mı var, işlevini karıştırmamak lazım. Artık o kadar sinirimi bozuyor ki bu dört mevsim tıkalı oluşu, suratımdan şöyle saat yönüne çevirerek koparasım geliyor. Kopardıktan sonra da gider bir okulun bahçesine gömerim. Büyüyünce okuyup adam olayım diye. Okumak demişken, cuma günü "lisans hayatımın son Ankara'sı"na gidiyorum canlar. "6 sene bitmez" dediler, bitiyor sanırım. Doğa ana da melissaları açtırarak "hadi bacım alerjin de var, sen git artık Ankara'ya" diyormuş, İlke öyle iddia ediyor.

Tarihin tekerrürden ibaret olduğu gibi bir gerçek var şu hayatta. Böyle lise sona geçmiş yurdum genci hislerine kapıldım yine. Seneye ne olacağıma dair her şey muallak. Ales'ten daha yüksek almam lazım, Üds var önümde, yüksek lisans mülakatları nasıl geçecek, kabul edilir miyim, asistanlık için kadro bulabilir miyim, edilmezsem ne yaparım, Kpss'ye de girerim o zaman, ama Bitlis'e gidecek halim yok,  Çalıkuşu Feride miyim lan ben!, kolejlere de başvururum olmadı, Ankara'da kalabilir miyim yoksa başka bir şehirde mi olurum, her şey ters giderse Antalya'ya dönerim, e peki burda ne yaparım?.... gibi hedeler hödöler şu güzelim beynimi meşgul etmeye başladı. Cüppeli kepli fotoğraflarıyla ışıl ışıl gülümseyen insanların fotoğraflarına bakmak beni ürkütüyor mesela. "Meleba vasıflı işsizler" diye selamlıyorum onları elimde olmadan. Bazen bunları sesli düşünüyorum, ebeveynlerim her ne olursa olsun yanımda olacaklarını belirten konuşmalar yapıyorlar, ama seneye pılımı pırtımı toplayıp evlerine yanlasam bu durumdan hoşlanmazlar sanırım dfgjkl:D Öf ne biliyim bir garip halet-i ruhiye işte anacım. Fazla düşünmemek lazım, her şeyi son haftalara sıkıştırıp bütün sınav ve araştırma ödevlerinin üstümüze abandığı anlarda bile "amaan su yolunu bulur akaar gider" diyerek onur öğrencisi olmuş insanım. Zira benim şu iki loplu güzel beynimi yoracak daha mühim meselelerim var. Birazdan bahçedeki kedilerin akşam mamalarını vermem lazım mesela. Bu arada bebek kediler çok tatlı oldu, fazla büyümeden sevmeye gelin. Öbdüm:*

6 Eylül 2011 Salı

Meleba Kaş Biz Geldik


Size böye düşük düşük pikselli fötölerle gelmek istemem. Tabii gönül ister "beni net arkamı flu" gösteren fotoğraflarla geleyim buraya. Ama bunu Kaş'a giderken telefonumla çektim. Ondan böyle düşük piksel. Ayfonum yok evet. Eskiden titreşim bile ohooo bir şeydi. Benim kameram da var pardon yani.

Ilgın ve Aslı hanımlar dediler ki "Hadi Kaş'a gidelim!" Ben zaten çok severim orayı, atladım hemen. Ama ben tam sezon, bayram, yer yoktur gibi şeyler düşünürken zaten dışarda sabahlayacağımız söylendi. "Olmadı bir plajda uyuruz yeaa" dediler. Böyle de cevval kızlar. Kuduz aşımın tarihini de ayarlayarak bayramın ilk gününe karar verdik. Sabah bir uyandım gök gürlüyor, yağmur yağıyor. Bütün bir yaz kavrulduk tek damla düşmedi, tam Kaş'a gideceğimiz gün böyle bir şakalar, komiklikler.. Hep Mikail <3

Sabah 8'de otogarda buluşcaktık ki öğlen orda olalım. Zira 4 saat sürüyor Antalya-Kaş arası. Ama yağmurun yağdığı yetmiyormuş gibi bayramın ilk günü diye otobüs ve dolmuşlar da geç başladı çalışmaya. Böyle töbeestafurullah bir yolculuğa başladık. Şimdi bir de Kaş sessiz sakin bir yer. 3 kız gidiyoruz oralara, gecenin bir vakti tenha diye biri bize tecavüz eder mi, bizi öldürür mü gibi düşüncelere gark olmuşken "Lan!" dedim bütün bunlar bir işaret mi? Sonra korku filmi için bile çok klişe şeyler olduğunu fark edip müzik dinleyip etrafı izlemeye başladım. Antalya-Kaş arası bence en güzel yolculuk mekanı. Her virajda ayrı bir deniz manzarası, ayrı bir "dikkat kaplumbağa çıkabilir!" tabelası. Minibüsteki tek kişilik koltukta böyle mutlu mutlu giderken sol kolumu yaslayacağım yerde bir ayak gördüm. "Ağzıma sokaydın" diye dönüp baktım ki bir Fransızmış. Fransız olduğunu belirtiyorum ki "biz hamamlarda yıkanırken onlar bok kokuyordu heeey" gibi bir diyalog olsun, şöyle boş boş havalara girelim falan. Onu ürkütmeden ve çaktırmadan fotoğrafını çekip rahatladım. Sonra sağıma dönüp yola bakarken sağ omzumun hizasında bir ayak daha gördüm. Bu ayak da adamın karısının ayağıydı. "Sanırım kusarsam şimdi kusarım, kusmazsam da uyarırım şunları" dedim ve kusmadım. Uyarmadım da. Kıçımı kımıldattım, arkama döndüm, adamla göz göze geldim, ayağına baktım falan derken beden diliyle hallettim diye düşünüyorum. Herhalde Fransa'nın dağından inip Antalya'ya düşmüşler tam emin değilim ben.

Yağan yağmur, rötarlı otobüs, Fransız manikürü derken biz Kaş'a vardık nihayet. Güneş de vardı mis gibi. Sonra insan vardı sürü gibi. Sessiz sakin Kaş değildi orası. Başka bir yerdi. Ama bayramda oralara gidip de kalabalıktan şikayet edecek insanlar değildik neyse ki. Yüzdük eğlendik. Ailesiyle tatile çıkan Merve de eşlik etti bize şahane oldu. Akşam Kaş'ın meşhur duvarında insanlar dizi dizi, Mavi Bar tıklım tıklım. Duvarla Mavi arasında şuursuzca ayakta dikilen insanlar.. Baktığında ufacık bir sokakta sadece tıkış tepiş insanlar görüyorsun. Mantık nedir anlayamıyorsun. Mütemadiyen bira içip ayakta dikiliyorlar çünkü. Devinim yok, stabil. Tek hareket çişe gitmek olabilir. Sonra baktım tüm Facebook camiası ordaymış Ankara'dan, İstanbul'dan. "Aa şu da burda! Aa bu da burda!" diye bakarken Mehmet Turgut ve Gonca Vuslateri'yi gördüm. Mehmet Turgut'un kucağında oturmasa tanımazdım ama kızı. Çünkü ben onu kucakta tanıdım. Ve o tıkış tepiş yerde bile adamın kucağında oturuyorsa anladım ki o kızı küçükken çok kucağa alıştırmışlar. Sonra saat gece 3 oldu, 4 oldu. Nerde benim bayat korku filmi senaryolarım, nerde bu insan yığını. Bir de 50 yaş üstü, Fedon tenli Kaş'ın yerel amcaları var. Sanıyorlar ki hala gençler, hala 20li yaşlarındaki kızlarla flört edebilirler. Kıyamam :ı 

Ilgın'ın ordan Ayça diye bir arkadaşı bizimleydi hep. Hatta akşam besledi bizi, sabaha karşı evinin terasında misafir etti. Çok şey yaptı bize. Evleri de fazla güzeldi. Çoook eski bir Kaş evi, hatta Cumhuriyet'ten eski. Bahçesinde hamak, terasından Meis manzarası... Daha fazla hava atmak istemiyorum. Çok güzel 2 gün geçirdik kısaca. Evinin kapısını kilitlemeden uyuduğun bir yerde yaşamak oldukça ütopik. Şehirli insanın pek idrak edebileceği bir şey değil. Gereğinden fazla huzurlu. Çok Kaş.