25 Ağustos 2011 Perşembe

Very Big Cat


Ben kedileri severdim, kediler de beni severdi. Sevgimiz saygımız karşılıklıydı. Gördüğüm yerde gıdılarını severdim. Keyiften gırgırgır yapıp dururlardı. Üstünden pireler atlayan yavru kedileri evde temizleyip onlara kalacakları evler bulurdum. Sonradan alerjik astım diye bir şeyim çıktı ve onlara yaklaşmam yasaklandı. "Açık havada bir şey olmaz" dedim dışarlarda sevmeye devam ettim. Final haftasında bahçede ders çalışırken içtiğim sütü paylaştım, restoranda yediğim tavuğu verdim. Kısacası yemedim yedirdim, içmedim içirdim ben bu piçlere. 

Apartman bahçesinde yaşayan kedilere komşu muamelesi yaptım. Bebekleri olduğunda altın taktım. "Bebişler nerde bebişler?" dediğimde annenin sadece "miyav" demediğini biliyordum ben. Çünkü onların sadece "miyav" dediğine inanmak çok güçtü. Adam yerine koydum ben onları! Peki onlar ne yaptı? Beni ısırdı.

Sabah ben denize giderken bahçe kapısının önünde sevdim onu. O benim bacaklarıma süründü, gırrladı mırladı falan gayet düzgün giden bir ilişkimiz vardı. Birden ne oldu, neden yaptı bilmiyorum hart diye ısırdı elimi. "Hooşt!" dedim olmadı haliyle. Baktım elim kanıyor, eve dönüp sabunla yıkadım sonra Pürel sürdüm antibakteriyel hödösü diye. Çok da çaktırmıyorum çünkü annem beni ne zaman kedi severken görse "allerjiiieeee" diye ciyaklıyor, bir de ısırdı kanattı desem hanımefendi çizgisinden kayıp çirkefleşebilir. Ki o çizgiden kaydı da.. "Kudururdun kudurmazdın" derken 2 günü geride bıraktık. Apartmanda beslenen bir kedi olduğu için çok önemsemedim ben. Ama kedi dünden beri bir garip. Yerinden kalkmıyor, karnı kasılıp duruyor falan. "Neyin var lan korkutma beni!" diyorum "miyav" diyor. Bu "miyav" o "miyav" değil biliyorum. Aşısı sahibi de yok diye annemin iteklemesiyle doktora gittik bugün.

"Hangi kolunu az kullanıyorsun?" dedi hemşire. Sağ kolumu uzattım bir solak olarak. Önce tetanoz aşısı yaptılar. Sonra "Kuduz servisi" diye bir yere yönlendirdiler. Öyle bir servis varmış, çok trajik. Orda bana 2 tane allerji iğnesi yaptılar, sonra kedinin ısırdığı yere 2 tane serum iğnesi yaptılar. Serum diyince koluma efendi gibi takıcaklar sandım meğer kocaman bir iğneyle enjekte ediyorlarmış. Ama böyle acı yok yani, nasıl yandı anlatamam. Babam "Resmen ağladın" diyor ama o sırada gözüme toz kaçtı sanırım. Zira bir iğneye ağlayacak insan değilim ben! Sonra aynı koluma geri kalan serumu cortlattılar. Sol koluma da nihayetinde kuduz aşısını yaptılar ve 7 iğneyle günü sonlandırdım. 5 iğne yedikten sonra sağ kolumu orda bıraktım ben zaten, hissetmiyorum kendisini. Şu an ona kol demek imkansız. Bir de aşı karnesi verdiler bana. 22 Eylül'e kadar belirli aralıklarla aşı olmaya gitcem. Hatta gitmezsem polis yakama yapışacakmış dfgjkl:D Gerçekten. "Son aşı tarihinde Ankara'da olcam yalnız ben" dediğimde  burda imza verip aşımı orda olacağımı belirtmezsem polislerin beni arayıp peşime düşeceği söylendi. Evet açıklıyorum; The Walking Dead'in ikinci sezonunda ben varım. Zombilerin ardından konsepti "kedi ısırığı, tırmığı" olarak değiştirdik. Şimdi hikaye söyle; kedi ısırığından sonra dolunaylarda kediye dönüşüyorum. Ardından Adnan Oktar'la Gece Sohbetleri programına konuk olup, hoca efendiyle çeşitli kedili sohbetler ediyoruz. Böyle leş gibi bir senaryo yani.

Böyleyken böyle. Bugün yediğim yedi iğne ve daha da yiyeceğim kuduz aşıları sebebiyle, kedilerle olan "in a relationship" durumumu "single" olarak değiştiriyorum. Bye for now cats. 

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Dün Bir Kediyle Ciddi Düşündüm


Kadim dostlarım Pınar ve Görkem'le dün Şirinler'i izledik. Gişedeki kadının "3 yetişkin 3D gözlüğü veriyorum" dediğindeki manayı salona girdiğimizde anladık.  Zira hep küçük çocuklar ve ebeveynleri vardı. Çocukların çığlık çığlığa kahkaha attıkları yerde biz susup çocuklara baktık, bizim güldüğümüz yerde çocuklar susup bize baktı. Böyle farklı şeylere eğlenerek gül gibi geçinip gittik. Bizim komünist Şirinler resmen kapitalist oldu, I <3 NY yazılı donlar giydiler falan. Güzel olmuş ama. Eğlendik biz.
Muhtemelen gelen çocuklar korkmasın diye "Şirin özü çıkartmak" işini Gargamel'e saç sakal keserek, soğanla ağlatıp göz yaşlarını alarak yaptırmışlar. Oysa o Şirin Baba'yı alıp ümüüünü sıkması lazımdı, biraz gay olmuş. Ama final sahnesinde görüntü ve sese abanmaları, birkaç çocuğu korkudan ağlatarak, ebeveynleriyle salonu terketmelerine neden oldu. Kısacası gitmediyseniz gidin yani. Çocukları hiç sevmiyor olmama rağmen filmin yanında onlara da çok güldüm ben. O kadar para veriyorsunuz sonuçta filme, etinden sütünden faydalanın.

Akşam da biz yemeğimizi yedikten sonra yanımıza Şirinler gibi 3 elma büyüklüğünde bir yavru kedi geldi. Hatta o 2 elma büyüklüğünde bile olabilirdi. Pınar'ın rahmetli kedisi peyniri çok sevdiği için peynir istedik masaya. Anam bir peynir tabağı geldi böyle yanarlı dönerli. Zaten sırf daha fazla para almak için yemeğimin yanına süs diye otu çöpü sokan yerden bunu beklemem lazımdı. Gelen tabağı görünce önce birbirimize baktık, sonra kediye baktık. İşin kötüsü kedi o kadar çeşit peynirden birini bile yemedi. "Lan oğlum o kadar masrafa soktun bizi yesene!" dedik, hatta ben abartıp "bak uçak geliyoo" diye başlayıp zorla burnunu tıkayıp ağzına sokmaya çalıştım ama o benim yere düşen baharatlı patates kızartmamı tercih etti. Görkem de peynirler boşa gitmesin diye şarap istedi. Kısacası ocağımıza incir ağacı dikti kedi. Sonra yanımdaki sandalyeye geldi, çantamla oynadı, elbisemin eteğiyle oynadı, üstüne uyudu falan derken biz birbirimize aşık olduk. Onun o kadar güvenini kazanıp yanımda uyumasını izledikten sonra da hunharca terk ettim onu, ayrıldık. "Sorun sende değil bebeğim bende" dedim o benim arkamdan bakarken. "Sen çok iyisin, benden daha iyilerini hak ediyorsun" dedim. Çünkü yıllar önce eve bir kedi getirdiğim zaman annem o kapıyı yüzüme çarpmıştı. Böyle hoş olmayan şeyleri bir daha yaşamak istemedim.  Ve bir ilişkinin daha böyle sonuna geldik.

Sonra Görkem bizi evlerimize bıraktı. Eğer operacı bir arkadaşının arabasına biniyorsan, o arabada opera çalar ve sana operaların hikayelerini anlatan, sanatçılar hakkında bilgiler veren biri olur. "Seviyem çok yükseldi şu an, sanırım bir süre Kral TV açıp bu seviyeyi düşürmek için uğraşmam lazım" diye düşünürken bizim eve geldik zaten. Bahçe kapısından girdim, apartmanın kapısından girdim ve araba öyle hareket etti. Biz böyle gördük yani yıllardır. Erkek-kız ayrımı yapmıyorum burda. Ben bindirdiysem otobüse, dolmuşa ararım ardından "vardın mı?" diye. Ya da bıraktıysam, kapıdan içeri girmesini beklerim. Aksi şaşırtıyor beni. Böyle yani, arkadaş iyidir. Öbdüm:*

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Meleba En'ler Ben Geldim


Bir anda tıklanmalara başladım, izleyici sayım pırt pırt artmaya başladı. Dedim ki "leleroloyor! Popi miyim lan ben?"
Meğer popi falan değilmişim aslında ve herkesin popisi kendineymiş. Ben güzel bir mim konusu diye düşündüm bu seferkini. Çünkü birkaç tane blög okuyorum ben sadece, öyle yeni sekmeler açıp blöglerden blöglere sekmiyorum. Bilmediğim bloggerları bu sayede bırkalamış oldum.  Kısacası bana bunlarla gelin yani. 
Evet gelelim benim ödül törenime. Az blog okuduğum için ödülü onlar arasında paylaştırcam. Öyle dudak bükmeler, "okumuyorum o zamağn!"lar istemiyorum. Şimdilik A4 kağıtları kıvırıp kurdeleyle bağladım ama asıl ödüllerinizi sonra vercem sevgili yazarlarım. 

En İyi Tasarıma Sahip Blogger: Ona dikkat etmedim hiç. Ama okurken gözümü yormayan blogger  en iyi tasarıma sahiptir bana göre. 

En Güncel Blogger: Gözümün Seyir Defteri , Mia


En Çok Bilgilendiren Blogger: Okuduklarımın hiçbirinden bilgilenmiyorum. Çünkü çok bilgili insanlar olsak makale falan yazardık blög yazmak yerine. Ya da okuduklarımın hepsinden ayrı ayrı bilgileniyorum diye de yazabilirdim. Bakış açısı gardiş. Ama benimki ilki.

En Çok Eleştiren Blogger: Günlük Zırvalamalar

En Çok Kendini Anlatan Blogger: (Burda en çok okurken kendimi bulduğum olarak mı değerlendiricem, yoksa yazısında kendinden bahseden olarak mı bilemediğimden, en çok kendinden bahseden olarak yazıyorum) Mystery, Mia

En Akıcı Yazan Blogger: Aydedeye Havlayan

En Aşık Blogger: Mystery

En Çok Güldüren Blogger: Atgotten, Sözün Bittiği Yer , bayan mikrop

En Bayık Blogger, En Ağlak Blogger, En Kötü Yazan Ama 224095789 Takipçisinin Neden Olduğunu Anlayamadığım Blogger diye seçenekleri arttırmak mümkün ama rencide edici ve küçük düşürücü olmak yasakmış.

Öbdüm o zaman. Dets ol kids. Finiş.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Hanım Getir Islak Sopamı


Şu hayatta hiçbir şeyden çekmedim yakın erkek arkadaşlarımın sevgililerinden çektiğim kadar. Tabii tanıştıktan sonra en az arkadaşlarım kadar samimi olduğum çok cici kızlar da var hayatımda, iyi ki de varlar ama tahmin edersiniz ki o şeker insanlar üzerine yazılmış bir blög değil bu. 

Kavak Yelleri gibi 10 senedir süren ve dolayısıyla adam ve yaratıcılık eksikliğinden onun buna, bunun şuna, şunun da bana kaydığı bir dizi olduğu için, "kanka ayağı göt ayağı" diyip tetikte oluyor insanlar anladığım kadarıyla. Çok yakın arkadaş olup sonradan sevgili olanlar yok mu? Tabii ki var. Sevgilin zaten en yakın arkadaşındır, falandır filandır ama Duygu E. Tarihi'ni açıp okuduğunuz takdirde tek bir sevgili göremezsiniz önceden kankam olan. Olmaz yani bibiğim, ilk anda kalbimin bir ters bir düz takla atması lazım birine karşı niyeti bozmam için. Zaten niyeti bozuk başlarım ben olaya öyle bir şey olursa, hiç "dostum" ayağı çekmem yani. Bu zamana kadar aramızda bir şey olsa olurdu hem, çünkü biliyorsun ki senden önce de ben vardım bacım. Hatta senden önceki sevgilileri varken de vardım. Hı gelirim 45 yaşıma, bakarım kalbimin parende atacağı kişi kalmamış etrafta, canım artık yalnız kalmak istemiyor falan; işte o zaman boşta adam kaldıysa "en azından bildik kişi yabancı değil" diyip mantık birlikteliği yapabilirim. Ama daha "just 23" pardon yani.

Geçen sene, sırf gerizekalı arkadaşım ve gerizekalı sevgilisi yüzünden yaklaşık 10 senelik gerizekalı arkadaşımı kaybettim ben. Böyle durumlarda "en gerizekalı kim?" mini yarışmasında hep arkadaşlarım birinci oluyor. Çünkü bu konularda ben kızlardan çok arkadaşlarıma kızıyorum. Mesela birkaç tane yıllardır görüştüğüm dostum var ve Joaquin Cortes gelse tek laf etme cesaretini bulamaz bana onlar hakkında. Bırrp derim, çüüşşş derim. Yularını çeker durdururum yani. Ama durduramayan durduramıyor. Durduramayanlar da umarım sonsuza kadar beraber kalıp ayrılmazlar ve hatta evlenip kendileri gibi gerizekalılar dünyaya getirirler. Aksi halde yarın öbür gün sevgililerinden ayrılıp "Naber yhaa hayırsız hiç arayıp sormuyorsun ehiehi" diye yanıma geldiklerinde muhattap olarak kıçımı bulacaklar karşılarında.

14 Ağustos 2011 Pazar

Hepsi Çocuğum Gibi


Yeşil eriğim Mia mimiklemiş beni.
Miminto konusu: "Çok beğendiğiniz, izlemekten asla sıkılmayacağınızı düşündüğünüz 3 filmi (üçlemeler üç film olarak sayılacaktır), neden bu kadar beğendiğinizi de açıklayarak yazın."

Mim değil sanki bana final sorusu. Şimdi 3 film denilince gerildim biraz. Çünkü  ilk 2'yi hemen söyleyebiliyorum ama üçüncüye hangisini yazmalıyım bilemiyorum. Birini yazsam öteki küscek. Hoş olmayacak. Albüm tanıtımı yapan şarkıcıya, en başarılı şarkısı sorulduğunda "5 parmağın 5'i de bir mi? Hepsi çocuğum gibi" der ya, onun gibi. Hem diyelim ki Yüzüklerin Efendisi'ni yazmak istiyorum, başka film yazamıcam falan hoş mu? Ayrıca neden bu kadar beğendiğimi de açıklayamayabilirim sanırım. Gönül bu sevgili mim sahibi, konduğu yerin otluk mu dutluk mu olduğuyla alakalı, engel olamıyorsun neticede. Neyse bakalım.

Enlerimin baş köşesinde Luc Besson imzalı "Leon" oturuyor. Benim başyapıtım işte bu film. Çok etkilendiğim bir filmi layıkıyla anlatamayacağımı düşünüyorum ama şunu söyleyebilirim; Jean Reno ve Natalie Portman'ı o filmle dondurdum ben mesela. Mathilda hiç büyümedi, hep aynı kaldı.
Geçen sene bir kez daha izledim. Ve Natalie Portman'a bir kez daha hayran oldum. 12-13 yaşındasın sen lan! Bakışlardaki o masumiyet, o hırs, o öfke, o aşk, o hede o hödö ne! Jean Reno zaten Leon'u oynamamış, Leon'un kendisi olmuş. İnanılmaz oyuncuların, diyalogların ve müziklerin olduğu inanılmaz bir film bence.
Dramsa dram, aksiyonsa aksiyon, aşksa aşk. Bu filmi "sübyancılık" diye nitelendirenleri ıslak sopayla dövesim, vücutlarında iz çıkartasım gelir. Çünkü onların aşkı kadar masumunu izlemedim ben.

İkinci sıramda Pedro Almadovar'ın "Todo Sobre Mi Madre" (Annem Hakkında Her Şey)  filmi var. Ben zaten muhafazakar bir Pedro Almadovar izleyicisiyim. Normalde çok absürd karşılayacağımız şeyleri öyle bir anlatıyor, öyle bir yaşatıyor ki sanki hergün sokakta o insanları görüyormuşçasına olağan karşılıyor insan. Bir travestiye, kendinden büyük memelere sahip olduğu halde aşık olup, aidsli olduğunu bile bile çocuğunu dahi doğurur bir kadın. Ve sen de çok normalmiş gibi izlersin gayet. Pedro çünkü. Yapar.

Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere. Biliyorum ki bunu yazdığımda Hable Con Ella, Once, Vengo, The Silence of the Lambs, Old Boy hatta  The Shining bile küsüp bir kenara oturacak. Bunun sorumlusu ben değilim. Bu mimi "3 film" diye sınırlandıran kişi suçlu! Ama sanırım Wong Kar Wai'nin filmi "2046" yı yazmak zorundayım. Yani onu yazmasam elbet birini yazmak zorundaydım. Üzgünüm :ı
"Love is all a matter of timing. It's no good meeting the right person too soon or too late. If I'd lived in another time or place, my story might have had a very different ending." diye bir şey deniyor. Boru olmasa gerek. 

Bu da bu yazının şarkısı olsun. Öberim:*

11 Ağustos 2011 Perşembe

Uzağı da Yakını da Odamıza Sokan Sensin


Şu küçük ve nispeten sevimliyken dizilerde oynayan çocukların yıllar sonra en çirkin halleriyle ekranlara geri dönmeleri kadar üzücü bir şey yok. Bu halayın başını Sinem Kobal çekiyor mesela. Hayır geldi 30 yaşına hala çirkin. Ne zaman serpilip güzelleşecek diye sabırla bekliyoruz bakalım. Sonra efendime söyliyim elimizde bir başka örnek olarak Havuç var. Çocuk "yakışıklı değil  ama sempatik" bile değil yani. Üzücü :ı  Gün gelip öyle bir zaman geçecek ki, Osman bile karşımıza en sevimsiz haliyle çıkacak mesela. Ben en çok ona dertleniyorum.
Kanalları geçerken Sihirli Annem'i gördüm. Dizi resmen yeniden başlamış tüm çirkin ergenlerle birlikte. Evdeki kuzenimden dolayı sanırım bu algıda seçicilik. Ergen görünce hemen irkiliyorum.

Yazın da bütün dizilerin tekrarı var sanırım. Ama insan Behsat Ç.'yi sıkıştırıverir bir yere. O dizi güzelmiş ya lan. Annem izlerken final sahnesine şahit olduğumdan beri neden bir sene boyunca bu diziyi hiç izlememiş olduğumu sorguluyorum sürekli. Gerçi yurtta kaldığım için kışın televizyon izlemiyorum zaten. Ama biraz sabır örneği gösterip 23509440 kızın ellerinde çekirdekleriyle yorum yapa yapa dizi izledikleri televizyon salonuna giderdim belki. Gerçi yok lan gitmezdim. Kadınlar hamamı gibi, nefesim daralıyor benim onların arasında. Acaba internetten mi izlesem diye düşünüyorum ama o kadar da abartmak istemiyorum. Erdal Beşikçioğlu'nun oyununa bilet bulabilsem yeter bana. Zira 2 senedir Bir Delinin Hatıra Defteri'ne bilet bulabilmek için İlke'yle kıçımızı yırttık adeta. Bir de dizisi çıktığından beri hiç mümkün olmadı bu. Gişeler sabah 10'da açılıyor, internet satışları 10 geçe başlıyor. Biz saat 10'da f5'e basmaya başladığımız halde 10 geçe karşımıza; "dolu koltuk sayısı 100, boş koltuk sayısı 0" diye bir manzara çıkıyor. Bu neyin kafası, nasıl bir tiyatro aşkı, naayak yani? Otopark mafyası gibi koltuk mafyası mı var ne var Ankara'da hiçbir fikrim yok. Ama şu aralar televizyon çok açık bizde. Az kapansa iyi olabilir. Öbdüm :*

8 Ağustos 2011 Pazartesi

2 ve 3'ü Yan Yana Yazdığınızda 23 Oluyor. Çok Tuhaf.


Anne, baba, ortada çocuk; önlerinde mumları yanan bir pasta ve her sene itinayla aynısı çekilen fotoğrafın ardından bir doğum günümü daha geride bıraktım. Önümde de 3 tane mum vardı. Niye yani? Hem 5 yaşımdan sonra yaşım kadar mum üfleyemedim şu hayatta. Üzücü :/ Zaten yaz çocuğu olduğum için öyle okuldan insanlarla yaşım kadar mum üflemeler, efendime söyliyim yihuuu'lar falan olmadı hiç. Var olan arkadaşlarım genelde tatilde oldu. Ben de anne-baba-çocuk konseptini hiç bozmadım. Önceden muhabbet kuşumuz da olurdu doğum günlerimde, iki öterdi şenlendirirdi. Son 2 senedir muhabbet kuşum da yok. Gerçi bu sene ilk defa sevdiğim birkaç arkadaşım burdaydı ve geceyi Rus vodkası eşliğinde bitirdik. Eyoldu kanımca.

Samimiyet derecesine göre; telefonla arama, telefona mesaj atma, Facebook'tan mesaj atma, duvara yazma ve son olarak da "hiçbiri" seçeneğiyle elimizde çeşitli paket programlarımız var. Karşılıklı sevgi alışverişi, hepsine ayrı ayrı cevap vermeler falan hoş şeyler tabii bunlar. Ama bir kere kimseye cevap vermeyip, günün sonunda Facebook'ta "Doğum günümü kutlayan kutlamayan herkese çooook teşekkür ederim :))))99dokuz" gibi bir şey yazıp tepkileri ölçmek istiyorum. Gerçi kutlamayanlara niye teşekkür edildiğini anlamıyorum hala. Kutlamayan benim götümü yesin mesela. Evet bunu yazabilirim birgün.

Bu sene ana-baba-çocuk paketimize, "Erdem Pansiyon" sponsorluğunda dayım, yengem ve ergen kuzenim de dahil oldu. Pastanın etrafında onlarla da fotoğrafımız var, panik yok. Ama ergen bir kuzen ciddi anlamda panik sebebi bence. Bir de ayak fetişisti bu çocuk. Benimle konuşurken gözleri sürekli ayaklarıma kayıyor. "Duygu abla ayakların ne kadar güzel senin yhaa. Ayakların.. O parmakların..." Bana zorla bu Antalya sıcağında çorap giydirtecek bu çocuk. Sonra garip bir ısrarı var.
-Film izleyelim mi Duygu abla?
-Hayır.
Üzerinden 10-15 dakika falan geçer.
-Film mi izlesek?
-Hayır.
Üzerinden 5 dakika geçer.
-Hadi film izleyelim.
-Hayır.
-Şu ayak parmaklarına bi bak yaa çok tatlı ehiehi
-Ebenin amı artık ama!

Öyle işte canlar ciğerler. Bu çocuk bir beden terbiyesi, bir ömür törpüsü. Herkes ana baba olmamalı derken boşuna demiyorum. Böyle çocuğum olsa cami avlusuna falan bırakırım ben, ya da karakol kapısına koyarım. Evlat olsa sevilmez yani.

Ayrıca kendi mutsuzluğunu karşısındakinin üstüne başına bulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan insanları bundan sonra bırakın hayatıma sokmayı, gördüğüm yerde onlardan koşarak uzaklaşıcam. Bu da tek maddelik 23. yaş manifestom olsun.
Öberim :*

4 Ağustos 2011 Perşembe

Ağlama Bacım. Cips Var, Yer misin?


Fon müziğinde Emre Aydın çalan ağlak bloglardan nefret ediyorum. Zaten hayat enerjisi anında düşebilen bir yapıya sahibim, kendi derdimi unutup bir de onlar için üzülüyorum. O yüzden açıyorum sayfayı, bakıyorum fonda emreaydıngripinmodelıssızadam var (yani çalmasa da sen okurken duyuyorsun o sesleri zaten) hemen kapatıyorum. Belli acın var ama benim de içim şişiyor bacım. Zaten o blogu da ben okuyım diye açmadığın için darılmaca gücenmece olmuyor diye düşünüyorum. Bazılarını merak edip okuyorum mesela. Çekirdek gibi "başladım bitiriyim" diyorum. Sonra pişman oluyorum. Aslında her yazının başında "aşk acısı", "edebiyat yaptım çok yer yandı", "laf sokuyorum", "dünyayı kurtarıyorum",  "futbol" falan gibi başlıklar olsa, biz de ona göre seçim hakkımızı kullansak güzel olurdu, en azından sürprizlerle karşılaşmazdık.

Tamam kabul etmek lazım sevgiliden ayrılmak kötü bir şey ama arkadaşından ayrıldıysan asıl o zaman sen boku yemişsin, ben sana söyliyim bacım. (Yasal uyarı: Mesela burda hafiften yumuşamış olan Seyirci inceden konuya girmeye başlayacak gibi.) Gerçi fuck buddy değilseniz zaten arkadaşındır aynı zamanda ama beninlenpoleniğinegirme. İnsan çünkü öpmeyi koklamayı değil de en çok konuşmayı özlüyor. Bir daha konuşsanız bile o konuşmaların eskisi gibi olmayacağını bilirsin ama özlersin yine de. Eh tamam öpüp koklamayı da özlersin tabii ama konuşmak apayrı. Hele koku hafızası diye bir şey var ki düşman başına. Sırf onun parfümünü sıkıyor diye sınıftan bir çocuğun zırt pırt yanına oturursun falan hoş değil. Ama ne demiştik konuşma önemli. Öyle konuştuğunuz şeylerin çok mühim şeyler olması gerekmiyor. Şöminenin yanında kırmızı şarap yudumlarken bilimden, sanattan, siyasetten bahsedip; ülkeyi, evreni, insanlığı sorgulamıyorsunuz sürekli belki, ama kendinize göre mühim şeyleri kurtardığınız kesin. En yakınına bile bazen anlatmadığın şeyleri ona anlatırsın, aileni dökersin, içini dökersin.. (derken bu blogda da Model'den bir milyonuncu kez Değmesin Ellerimiz çalmaya başlar) Tamam uzatmıcam. Özlemek diyorum yani, kötü. Ama çok abartmayın. Öbdüm:*

1 Ağustos 2011 Pazartesi

In a relationship with Jr. Carrier


Beni beslemek için 22-26 derecede, güneş gören, az biraz nemli öyle dudak kurutmayan bir ortama götürmeniz lazım. Yağmuru sevmiyorum. Zaten yürümeyi de beceremediğim için paçalarım hep çamur oluyor, pis bir şey. Sonra bulaşık suyu gibi bir gök yüzü içimi gemici düğümü yapıp bırakıyor, depresyona meyilli garip bir insan oluyorum. Kışın soğuğu da sevmem ayrıca. Ellerim ve ayaklarım siyasi parti kurup, özerkliklerini ilan ediyorlar çünkü. Isıtamıyorum bir türlü. Sıcağı ise hiç sevmiyorum sanırım. Leş gibi bir şey. Hele nemden nefret ediyorum. "bad-worse-the worst" yani. (meleba ben ÜDS'ye gircem.) Hiç efor sarf etmeden oturuyorum ki daha fazla terlemiyim. Miskin Araplar'a bu mevsimlerde hak vermek zorunda kalıyorum zorla. STV'deki Ayna programının "Küçük Acun" u gelse bizim eve hiç yabancılık çekmez halimize. Gerçi çeker lan. Ona soğuk bir su ikram ederiz biz, malum hava çok sıcak ve su kaybı fazla. Ama o içmez. "Antalya'da oruç tutmak valilik tarafından yasaklandı senin haberin yok mu?" deriz ama ikna edemeyiz. Sonra bana sıcakta gelenler gelir iyice ve "Peki inandığın tanrı sana akıl vermiş kullan diye. Vücuduna zarar vermek günah değil mi?" diyip bıdırdarım. Bu laflarımın sonucu olarak da mezun olduktan sonra işsiz kalırım, babamı Silivri'ye yollarlar, annem dul kalır falan hoş olmaz. Hem onu bunu boşverin siz su için. Günahlarınızın hepsini benim hesabıma yazarız, ben kartla geçerim merak etmeyin. Kızmayın da bana, hep sizi düşündüğümden. Lütfen.

Ayrıca tekrar bir genel seçim yapılsın, ben oyumu kesinlikle klimaya vercem. Willis Haviland Carrier zamanında başbakan olsaydı, şeker gibi bir ülke olurduk. Torunları falan varsa burdan yetkililere sesleniyorum. Soyadıma bir "Carrier" eklemekten gurur duyarım. Gayet ciddi düşünüyorum o aileyle. "Büyük dedem klimayı icad etti" lafından daha havalı bir şey varsa, o da "Ben onun torunuyla evlendim"dir. Bu kadar net konuşuyorum. Benim bu dünyaya bir faydam yok, bari olmuş olan zeki insanlarla hava atayım.

Sonra Google+ 'ta bir hesap var bana ait. Ne varmış acaba diye girdik baktık, bir nane de yokmuş. Hiçbir zaman Facebook'un yerini alamayacak bir oluşum. Coca Cola'nın yanında tutunmaya çalışan Le-Cola gibi. Kot pantolonunun altına parmak arası terlik giymiş erkeğin, paçasıyla terliği arasında gözüken çıplak ayak mesafesi gibi; üzücü, tedirgin edici. Belki Ali Ağaoğlu'nun tabiriyle "Çok şey bir şey"dir ama ben muhafazakarım bu konuda. Geçmişime ve alışkanlıklarıma bağlıyım. Bir de "çevre" diye bir zıkkım var burda. Tanımadığım insanların çevrelerinde gözüküyorum. Çok incelemedim, nasıl çıkarım oralardan bilmiyorum ama beni "Emre Kabartaş" diye bir cisim çevresine eklemiş mesela. Soyadı garip bir kere. Kabaran bir şey var adeta. Adam Facebook'ta "pablik figür"müş. Kendimi nasıl özel, nasıl selebriti hissettim anlatamam. "Ben sana güveniyorum ama çevreye güvenmiyorum" diye ünlenmiş bir lafın vücut bulmuş hali Google+. Tuhaf.