30 Nisan 2011 Cumartesi

Önüm Arkam Sağım Solum Mim!


Sigarayı tutuşunu, duruşunu, bakışını yidiğim Mia Wallace tarafından mimlenmişim! Bu sebeple herkesi 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. Zira bu benim ilk mimim. Ve ilkler her zaman özeldir..

Mim konusu: Blog açma hikayeniz? Buralara yolunuz nasıl düştü ve neler hissediyorsunuz?

2006'ydı sanırım. Birkaç arkadaşım günlük niyetine bloglar yazıyordu. Facebook bu kadar popüler değildi, en azından benim yoktu. Çekilen fotoğrafları falan bu bloglardan takip ediyorduk hey cidi günler. Sonra başka blogları okumaya başladım. Tanımadığım insanların beni ilgilendirmeyen özel hayatları, öfkeleri, esprileri hoşuma gitti. Tam gelişme çağında Biri Bizi Gözetliyor adlı programa nail olmuş bir nesilden geliyorum, bence şaşırtıcı değil bu sonuç. Arkadaşlarım öyle yazarken ben de açtım kendime bir blog ama uzun soluklu olmadı o. Ne oldu ne bitti tam hatırlamıyorum aslında. Sıkılmış olabilirim.

Blog açmadım kendime ama takip ettiğim blogları okumaya devam ettim. Mesela Sözün Bittiği Yer ve at götten benim favori bloglarımdır. Sonra dünyanın en psikolojisi bozuk ve asosyal insanlarının oynadığı Popmundo'yu oynamaya başladım. Gerçekten çok sevdiğim insanlarla da tanıştım bu oyunda ama eğer 10 kişiyle tanıştıysam 8'i deliydi. Net. Sütunlu, pasta dilimli grafik gibi seçeneklerle size bir deli şablonu çıkarabilirim yani. Neyse oyunda blog yazmaya başladım. Ama vip sürem dolunca blog da yazamıyordum. Zaten yeterince de sıkıcı bir oyun olduğu için oyunu da bırakıp kendime bu blogu açtım.

İsmini vermeden programa bağlanıp doktora kocasının bağsurunu soran, kumasını nasıl boğduğunu anlatan seyircilere hep gülerim. En çok da Evlilik Danışmanı diye bir program var ona bağlananlara gülüyorduk arkadaşımla. Oturup izliyorduk evet ne var -_- Mesela kadın gelmiş 65 yaşına, kocası başka biriyle yaşıyormuş. Ne yapabilirim? diye sayın Karacehennem'e soruyor. "Git bir yabancı lisan öğren, kompütür kursuna yazıl. Kendi ayaklarının üstünde dur" diye yanıt alıyor. "65'ten sonra? Hıhı oldu o zaman iyi günleer." Yani bu kadın ismini gizlemesin de ne yapsın! Ben de bu etikete sığınarak (her ne kadar yazılarımı Facebook'ta paylaşsam da asdfgf) beyimin bağsur sorunundan, fettan kumama kadar bahsedip içimi rahatlatmak istedim. Birine laf yetiştirirken "keşke şunu da söyleseydim tüh!" derim ben hep sonradan. İstediğim cümleler o an aklıma gelmez. Sonradan da bir işe yaramaz. O yüzden yazmayı hep yeğlerim. Başa dönüp silersin, bir şeyler eklersin. Oh mis. Bir de o an aklına gelmemesini geç, dilinin ucuna kadar gelip de söyleyemediklerin var. İşte onların içinde patlamasındansa bloga kusmanın akıl ve ruh sağlığı açısından yararlı olduğu kanısındayım. Bu sebeple biraz saldırgan, huysuz ama özünde dağlardan bayırlardan "büyük babaaağ" diye yuvarlanırken beyaz donu gözüken Heidi kadar iyi niyetli olan bu blog çıktı ortaya.

İnsanların mim yazıları az ve öz oluyormuş demin baktım da. Ben bokunu çıkarmışım sanırım biraz. Bu satıra kadar gelip okuduysan zaten, bana aşıksın demektir. Açıl kurtul. asdfgh:D  öberim:*

29 Nisan 2011 Cuma

Burası Balık Gibi Kokuyor!


Bugün yataktan kalkarken yorganı üstümden atmakta zorlandım. Yorganı tutamadım, ayaklarımla tepemedim. Herkesin bahsettiği ama şimdiye kadar benim için bir şehir efsanesi olan karabasan falan mı görüyordum? Ama tepiniyorum ben, böyle olmuyordu anlattıklarında. Açtım gözümü kımıldandım şöyle bir. Yok bir sıkıntı, karabasan hala benim için bir şehir efsanesi. Ellerime baktım hemen. O an kalp ritmim bozuldu. Kalbim bir ters bir düz takla atarken hala rüyada mıyım diye düşündüm. Parmaklarımın arası yoktu. Yapışmamış da perdeler oluşmuş aralarında. Kurbağa ya da ördek ayağı gibi. Perdeli ayak işte. Ama benimki el. Bacaklarımı istediğim gibi hareket ettiremediğimi hatırladım. Yorganı zar zor iteledim. Bacaklarım yoktu. Bacağım vardı. Var olan iki bacağımın birleşmesinden meydana gelen bir kalın bacak. Küçükken "bu kaç?" diye sorup 2 diyenlere "hayır kalın biir" derdik ya onun gibi. Şaka maka balık olmuşum lan ben! Upuzun dalgalı saçları memelerini kapatan, alımlı bir deniz kızı falan değil yani, çirkin bir balık. Nasıl oldu, ne ara oldu anlamaya çalışırken camdan bir baktım Ankara'ya yine yağmur yağıyor. Karanlık hava, bulvar ıslak, hızlı giden 34 plaka kenardaki kızları ıslatıyor falan. Ağustos geldi hala bu ne yağmuru be Mikail?

O an aydınlandım. İşte evrim teorisi! Gerçi teori değil artık bilimsel bir gerçek. Değişen yaşam alanıma uyum sağladı vücudum bu kadar basit. Benimki biraz tek gecede alınan bir karar olmuş ama değişen zaman şartları, hızlı tüketim toplumu falan derken olur bu kadar. Büyük adamsın Darwin! "Türklerin kurttan türediğine gülen insanların Darwin'in teorisine inanmaları nasıl bir çelişki?" demişti biri beni ve arkadaşımı kastederek. Zoofili ciddi bir problem bizi aşar diyip cevap vermemiştik. Yaa işte. Maymundan değil balıktan geliyormuşuz naber! Hayy'dan geldim, hu'ya gittim senin hesap.

Henüz solungaçlarım ya da derimin üstünü kaplayan pullarım yok. Oksijenle solunum yapıyorum. Yarın kalktığımda O2 yerine H2O isteyebilirim ama. Söz veremem. Küresel ıslanma işte naparsın :ı

27 Nisan 2011 Çarşamba

Kim Olursan Ol Gelme Rica Ediyorum


Ben en büyük hatayı blogumu deşifre ederek yaptım sanırım. İsmini Vermek İstemeyen Seyirci'yim sözde ama T.C. kimlik numaramdan, kütüğüme kadar söyleyebilecek tonla insan var. Adeta Doğan görünümlü Şahin'im. Ya da şehirler arası yollarda kenarlarda "bilmem kim hatıra ormanı" olur ya, ama ortada orman falan yoktur. Hatta ağaç bile yoktur ama adı ormandır, heh öyle işte. Adı başka içi başka. "Sen ismini istersen verme, bizde anne kızlık soyadın var neber?" diye enseye şaplatabilir her an biri. Bu durum bana ket vurdu tabii. Şunu yazsam bu üstüne alınır mı, bunu desem ayıp olur mu falan gibi abuk sabuk haller oldu. Kendi kendime gelin güvey olmuyorum, okunuyorum da ondan söylüyorum pardon yani. Annem babam kemik kadro bir kere daha ne olsun? Geçen telefonda "İyi güzel yazıyorsun da ağzın çok bozuk kızım ya, biraz az küfürlü yaz." dedi annem. Sansür artık tepede değil içimizde, sansür artık bizden biri.

Blog sahipleri bilir kumanda paneli denen şeyin ne bok olduğunu. Hangi yazın kaç kere bırkalanmış, hangi ülkelerden girilmiş, Google'dan anahtar kelime olarak neler yazılıp blogun tıklanmış falan filan. O kadar komik şeyler çıkıyor ki. Google'dan "osuruk ebru şallı" diye aratan bir insan var şu hayatta. Hatta tanışmak istiyorum onunla. Benim Ebru Şallı'nın osuruğu üzerine blog yazmamdan daha saçma çünkü bunu yazıp aratmak. Bir de bilgisayarları porno sitelere girmekten çöküp duran bir grup ergen kitle var internet aleminde. Geçen biri "kuku" demiş gelmiş bloguma, "meme" demiş gelmiş. En komiği bugün gördüğüm amele çıktı. "anceli culi çıplak" diye aratıp bana gelmiş hödük. Çıplaklığına hiç vurgu yapmıyorum ama anceli culi ne lan ayı! Adam beginner terk. Mr and Mrs Brown ikilisine bile gelememiş daha. Hatta tatilde Rus kızlara yanaşıp "nayyss votır ha, yu seks ay seks, yu en mi kamon" falan diyen döşü kıllı kavruk oğlanlar kadar bile derdini anlatabileceğinden şüpheliyim. Hayır bir de ne umutlarla gelmiş benim bloguma ne bulmuş dana. Gregor Samsa diyip gelen de var, ODTÜ öğrenci eylemi diyip gelen de, Aselsan mühendisleri ya da sarı ilanlar diyip gelen de... Tesadüf eseri gelen konuklarımın çok sesliliği, farklı kültür ve etnik gruplara dahil olmaları gözlerimi yaşartırken, ah diyorum Anadolu motif motif, rengarenk.

Ben bu kavruk oğlanla dalga geçtim bugün Facebook'ta. Twitter hesabım olsa ordan dalga geçerdim ama yok. Fakirim. Sonra birden telefonum çaldı. Sansür mekanizması devreye girdi. "Anceli Culi Çıplak" diye aratınca nahoş siteler çıkıyormuş, bu yazdığımı anlamayan insanlar tarafından yanlış değerlendirilebilirmişim falan. Zaten niye anceli culi diye aratılır bu konuya hiç girmiyorum. Peki kim bu yanlış anlayacak insanlar? Teyzeler, amcalar, yengeler, babamın iş arkadaşları, annemin gün arkadaşları... Evet böyle bir Facebook kitlem var. Yani benim arkadaş listemde ne işi var bilmem kim amcanın? Oturup ne konuşurum ben o adamla ya da benim aşldskflgş diye gülüşümden ne anlar? Çok seslilik orda da mevcut. Şimdi hepsini tek tek silsem bu sefer de sildiğim için yanlış değerlendirilirim muhtemelen. Ben de hepsini duvarıma engelleyerek bir sansür uyguladım demin. Böyle de yufka yürekliyim.

Yani böyleyken böyle blog. Seni açtım iki içimi dökerim, dalga geçer eğlenirim diye. Ama sansür engeline takıldım ben de. En azından eşe dosta duyurmasam iyiymiş bunu görmüş oldum. Belki de bir korsan blog açarım. Bir tek sen bilirsin. Kime ait olduğundan benim bile haberim olmaz. İki kişinin bildiği sır değildir çünkü. İsmini Vermek İstemeyen Seyirci için yapabileceğim çok şey yok artık, battı balık yan gider. Bu yazımı da Facebook'ta paylaşıyım hatta dur sen. Hadi çavbela:*

24 Nisan 2011 Pazar

Ales Şifrelerim Vardı Naber?


Geçen aradım bizim Ömer'i. Dedim böyle böyle. Malum Ales'e gircez var mı bir şifre, bir yanar dönerlik, bir cinlik? "Hallederiz Duygu'cum. Bu saçları boşuna bu hale getirmedik!" dedi. O saçlar boşa o hale gelmez zaten. Bütün şifreler o saçta gizli. Tamam dedik gün, saat ayarladık. Dün akşam da ne var ne yok çözdük. Hepsini not ettim, attım hafızaya.

Sabah saatimi, telefonumu, çantamı, cüzdanımı ve bilumum beni hayata bağlayan eşyamı ardımda bırakarak Ankara Üniversitesi'ne gittim. Yıllardır kullandığım kalemim yanımda yok. Erikli suyumun kağıdı yok, adeta çıplak. Yağmur yağıyor ama şemsiye bile yok. Böyle zor şartlar altında hayatta kalma mücadelesi.. Böyle bir Survivor ruhu! Ama amfiye bir girdim; açık büfe servis, sauna-masaj hizmeti, animasyon ekibi, havuzun dibinden yüzerek gelip kenardaki kokteyli içen kız falan hayat gayet güzel, gayet her şey dahil. Yanımdaki babacan akademisyen cüzdanından kimliğini çıkardı, sağ taraftaki oğlan afilli saatine baktı, öndeki türbanlı gururla etrafına bakıyor falan. Bir iyot benim aralarında. Savunmasız zavallı bir iyotum. Hemen yanıma yandaş aradım. Benim gibi bir nüfus cüzdanı bir sınav giriş belgesiyle gelen diğer iyotları görünce biraz rahatladım. Zaten Ömer'le şifreleri de çözmüştük, işim kolaydı. Sonra o çirkin Fatih marka kalemle hırt hırt altlarını çize çize çözdüm soruları. Zırt pırt kalem traşla açtım. Bazen ucunda bir pürüz oldu, kağıt zedelendi. Kurşun kalem kullanmak ayrı bir yaşam mücadelesi.

2 saatten sonra zaten bendeki tahammül sınırı doldu. En son 5 sene önce böyle uzun soluklu bir yerde oturup test çözmüştüm, olur bu kadar. Etraftakileri incelemeye başladım, üst dudak dekolateli sınav gözetmeninin kel kafasındaki çukura gözüm takıldı. Öndeki türbanlının kulağındaki bluetooth kulaklığı hayal ettim. Sonra teşekkür ettim Ömer'e, beni böyle şeylerle uğraştırmadığı için. Artık 3. saate doğru koşarken karnım acıktı ve çok sesli bir şekilde guruldadı. Benim bu gurultularım zaten hep beni böyle rezil eder. Geçen gün de tiyatroda 3-4 saniye süren bir uzun hava çekmiştim herkes sessizken. Sıkıcı oyunda İlke'yle beni güldüren tek olay buydu sanırım. Ama oyuncuların dikkatini dağıttım muhtemelen, içlerinden bir tanesi eliyle beni işaret etti. Oyunu bırakıp bana sataşmaya başladı. Sadece karnım guruldadığı için faşistçe bir tutumla karşılaştım ve 150 kilişik bir grupla oyunu terkettim. Sonra da babam adamın işine son verdi zaten. Ama neyse ki sınavda böyle bir durumla karşılaşmadım. Yanımdaki babacan akademisyen hafifçe poposunu kımıldattı sadece. Güldüm ben de. Son yarım saatte onun da karnı guruldadı. Bu sefer o da güldü.

Böylelikle bir Ales macerasının sonuna geldik canlar. Şifreleri hiçbirinize maille yollamadım akşam. Çünkü ben bencil biriyim. Öberim:*

19 Nisan 2011 Salı

Sarı İlanlar


Elimde "bayandan" temiz kullanılmış beyin ve biyolojik saat var. Beynimin her bir kıvrımı için titizlikle çalıştım. İyi, kaliteli mal ama ihtiyaçtan dolayı satıyorum. Kelepir mal kaçmaz bence. Üstelik şimdiye kadar biriktirmiş olduğum anı, bilgi falan da hepsi hediyem. Gerçi üstüne para vermem gerekebilir bu gibi bir durumda. Zira Runik alfabeydi, Osmanlı Türkçesiydi derken hiçbir işinize yaramayacak bir yığın şeyi de size kakalamış oluyorum. Başıma gelen abuk olaylar, "tanımasam daha iyiymiş" dediğim insanlar da cabası. Ama küçük düğmeden reset atarsanız fabrika ayarlarına dönüyormuş, kullanma klavuzunda öyle diyor. Ben bulamadım o düğmeyi ondan satıyorum aslında. Çünkü yıllarca özenle edindiğim kıvrımlar, bugünlerde kımıl kımıl. Hele geceleri. Hiç durmuyor, sürekli çalışıyor. Tamam beynin çalışanı makbuldür ama sakin ol şampiyon. Otur az, dinlen. Düşünme eylemine bir süre ara ver. Grev yap mesela. Sen çalıştıkça uykuya geçemiyorum ben. Eternal Sunshine Of The Spotless Mind çekecek halim yok burda. Bilimden bahsediyorum, teknolojiden. Düğme diyorum -_-

Biyolojik saatimi satma nedenime gelirsek de onun öyle beynim gibi övülecek bir hali yok aslında. Hoş beynimin de yok ya neyse. Müşteriyi kandırmayalım. Çünkü insanların güvenini kaybetmektense uykumu kaybetmeyi tercih ederim. Yok lan etmem. Ondan satıyorum zaten. Yaklaşık 10 gündür yerli yersiz çalıyor tepemde, uyutmuyor beni meret. Horoz da değil ki zamansız öttü diye ümüğünü sıkıyım. Mekanik bir şey de değil sesini kısıyım, olmadı pilini çıkarıyım. Normalde benim yastığa kafamı koymamla uykuya dalmam arasındaki geçen süre saniyelerle ölçülür. Dakikasında uykuya dalarım. Hatta bazen yastığa kafamı bırakırkenki geçen sürede bile uykuya daldığım olabilir. Yine abartıyorum, evet. Ama böyledir yani. Gel gör ki günlerdir uykumdan istediğim verimi alamıyorum. Güzelim yatak bana oluyor rahatsız bir yolculuk. Böyle arkana oturan münasebetsiz, oturmayı bilmeyen, uzun bacaklı birinin dizlerini hissedersin ya belinde, sırtında. Aynen öyle. Ben ve 2 tane diz uyumaya çalışıyoruz. Ya saatlerce dönüp duruyorum yatakta ve ancak 4-5 gibi uyuyabiliyorum ya da yatınca hemen uyudum diyelim saat 3-4 gibi uyanıyorum. Bu sefer de gün nasıl aydınlanır, trafik nasıl canlanmaya başlar dakika dakika yaşıyorum. Tam kalkmama yakın içim geçiyor sanırım bu sefer de telefonumun alarmı çalıp beni uyandırıyor. Sonra gün içinde sersem sersem gezmeler, çipli gibi dolanmalar.. Biyolojik saat de öyle bir şey ki bir bozulursa düzeltmek zaman alıyor. O saatlerde gözün açıksa bir kere, ertesi günler o saatte o göz açılacak bunu bil yani.

Ankara da bok gibi, hiç yardımcı olmuyor bana. Artık her yeni gün karanlıkla başlayıp karanlıkla bitiyor. Tamam nisan yağmuru dedik, barajlar dolsun İ. Melih bizde sular akmıyor diye akrabaya, komşuya yollamasın bizi durduk yere dedik ama yeter artık. Güneşi gördüğüm zaman vücudumun tepkimeye girmesinden korkar oldum. Ben ki bikini izleri 4 mevsim geçmeyen bir Antalya insanıyım. D vitamini eksikliğinden ölcem burda. O yüzden satıyorum canlar. Kapatıyoruz tükanı. Yeni açacağımız tükan 554km güneyde. Bekleriz:*

17 Nisan 2011 Pazar

Sado-Mazo


Kulağımın kıkırdağına piercing taktırmıştım 4-5 sene önce. Çünkü artık üniversiteliydim. İstesem saçımı kızıla bile boyatabilirdim yani anlatabiliyor muyum? Üniversiteye yeni başlamış her genç gibi asi ve de rockçıydım.  Ne oldu sonra? O kulak şişti tabii. Antibiyotikli merhemler, onlar bunlar ne yaptıysam düzelmedi o kulak. Aylarca üstüne yatamadım, kıyafetlerimi temkinli giyip çıkardım. Çünkü inandım onun düzeleceğine. Nabzımı kulağımda hissederdim bazen, zonk zonk. İnatla çıkarmazdım ama. Saçımdan da kimse görmezdi onu zaten, babam bile 1 sene sonra gördü. Gerçi görseler ne olacaktı orası da ayrı konu. Ama onun acısından ayrı bir zevk alıyormuşum demek ki ben, çıkarmadığıma göre. İltihap olurdu bazen, sıkardım. Onun acısı bambaşka mesela. Apayrı bir zevk. Sonra baktım kulak gidici çıkardım artık. Çünkü ya ben Van Gogh gibi kesivercektim onu ya da oradaki iltihap beynime falan sıçrayıp beni öldürecekti. Evet abartmayı seviyorum ama ölümü bile karizmatik olmalı insanın. Piercingin yaptığı iltihaptan ölmek ne yani? Aynı duyguyu apandist şüphesiyle Gata'ya gittiğimde olayın gaz sıkışması olduğunu öğrendiğimde yaşamıştım. "Osur geçer" dediler. Gaz sıkışmasının kalbi tetiklemesiyle ölen insanlar varmış. Neden öldü? "Osuramadı ondan" Hiç karizmatik değil.

Bir diğer zevk aldığım acı da aft acısı. 2 gündür dilim onun üstünde. İlaçla 1 haftada, ilaçsız 7 günde geçen grip gibi aft da ne yaparsan yap geçmiyor bir süre. Yemek yiyemiyorsun, sıcak bir şey içemiyorsun. Bok gibi. Ama o dil hep orda. "Bugün hiç acıtmadım. Dur." diyip hemen yapıyor görevini. Bunu yazarken de canımı acıtıyorum mesela. Aft acısı güzel bir acı.
Hayır mazoşist değilim. İç sesini duyabiliyorum evet.

Başlığımı da "Sado-Mazo" yaptım çünkü bu tarz başlıklar hep daha çok ilgi çekiyor. "İkizlere takke" demiştim bir keresinde, en çok okunan yazım o oldu. Kumanda panelinin yalancısıyım. Freud ve ben şimdi bunu test ediyoruz. Sizler de bizim deneklerimizsiniz. Sonuçları söylerim bir ara.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Adını Duvar Koydum



Şu hayatta bir sınavlar, iki ağlamak beni cemaat kızı yapmaya yetiyor. Yüzüm nurlanıyor hemen. Tam bir "abla" oluyorum. Türban taksam bu yuvarlak kafa sendromum ve nur yüzümle kesin 3-5 kızın beynini yıkayıp 5 vakit namaz kıldırtabilirim. Ceplerine harçlık koyarım sonra öss'ye falan hazırlarım onları allaamın izniyle. Namaz, Kuran ve ders aralarında da fırsat bulabilirsek cuma akşamları Adını Feriha Koydum'u izleriz. Mübarek bir dizi çünkü o.

Feriha'nın sevgilisini oynayan çocuk inanmayan insanı tanrıya inandırabilir. Şükretmek neymiş öğrenirsin anında. "Allahım sen kullarını mimiksizlikle terbiye etme yareppiiğm" nidalarıyla ağlayarak kendini duvardan duvara çarpabilirsin. Öyle etkili. Adam öyle bir adam ki suratına baktığında şaşkın mı, sevinçli mi yoksa üzgün mü kestiremiyorsun. Belki de kızmıştır hiç belli olmaz. Diyalogları takip etmezsen mümkün değil suratına bakarak anlaman. Oğlan Buster Keaton mübarek. "Seni seviyorum Feriha" derken de aynı surat (ki peltek bir adamın seni seviyorum demesi kadar talihsiz bir an olamaz sanırım), "Ulan ben seni çok sevdim lan adi!" derken de aynı surat. Repliklerden de anlaşılacağı üzre her saniyesi bir şükür, bir kendinden geçme anı bu dizide. Adam adam diyorum da bildiğin çıcıkmış. Bilinçli bir seyirci olduğumdan kelli hemen gerekli araştırmalarımı yaptım hakkında, dersimi çalıştım. Çünkü ben sınıfın sessiz, çalışkan ve de defterleri kaplı kızıyım. Defterlerimi de gazeteyle kaplarım ben. Ellerimin karalığı ondan. Fakirsek pis değiliz ama. Su bulamazsam toprağa sürüp teyemmüm ediyorum. Temizlik imandan gelir sonuçta. Neyse diziye dönecek olursak, Çağatay Ulusoy adındaki çıcık 90'lıymış. 90'lı insanlar var artık şu hayatta. Üniversiteye gidiyorlar, şarkı söylüyorlar, film çekiyorlar falan. Bir de Best Model seçilmiş. Bıraksalarmış da hep podyumda kalsaymış keşke. Giydir yürüt yani bu çocuğu ya da giydirme yürüt, o da olur. Ama bu yeteneksizlikle dizilerde filmlerde rezil etmeyin yazıktır, günahtır.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Ben Chanel. Coco Chanel.


Kahverengi yanak gibi bir gerçek var şu hayatta. "Bronz ışıltı" diye kakalıyorlar kızlara. Ama bariz kahverengi, yer yer sarı-turuncu. Normalde yanakta aşina olmadığımız tonlar bunlar. Zaten kim niye kahverengi bir yanağa sahip olmak ister onu da bilmiyorum. Ama sonuç olarak varlar. Ve bunların en büyük sorumlusu kozmetik mağazalarda çalışan ablalar.

Farklı farklı meslek gruplarından insanı getirseler önüme, ilk tanıyacağım bu ablalar olur sanırım. Sattıkları ürünlerin hepsini yüzlerine kullanmak gibi bir amaçla çıkıyorlar çünkü yola. Madem satıyoruz sürünelim mottosu hakim hepsinde. Sonuç; kahverengi yanaklar, parlak bir dudak, ace beyazı göz altları, ok ok kirpikler ve 2cm kalınlığında fondotenli bir surat. 2cm diyorum rahatlıkla çünkü sok işaret parmağını o surata, ilk ekleme kadar girer içeri fırt diye. Ordan biliyorum. Bunu yazarken de işaret parmağıma baktım ilk ekleme kadar olan yer 1.5cm ancadır sanırım neyse. Bahsettiğim ablaların havası kimsede yok, önce bu konuda anlaşalım istiyorum. Öyle havadan havadan bakmalar, "Bu ruj indirimde75 lira tatlım, normalde 83 lira kaçırma bence" demeler falan. Sanki bana Coco Chanel. Öyle inanmış mesleğine. Benimsemiş. Oda arkadaşım bir rujun fiyatını sormuş bunlardan birine, 35 lira mı öyle bir şeymiş. Pahallı bulmuş arkadaşım da. Kızın suratında  böyle bir küçümseme, bir şaşırma. "Pahallı mı? 35 lira mı!" demiş. Bu ifadeyi çalışan tezgahtar kızın takınması kadar trajikomik bir durum yok sanırım. Sen günde burdan kaç para kazanıyorsun güzel kızım? diye sorsan idrak edemez o an. Çünkü hala bir Coco Chanel kendileri.

Aynı durum çoğu mağaza çalışanında da var. Mesela çok basit, bir Accessorize çalışanıyla, Prenses Bijüteri çalışanı arasındaki fark hemen belli olur. Prenses Bijüteri'de çalışanlar peşinizde dolanır. Elinizde minik bir sepet, içinde 1-2 liralık toka, çer çöp ve bijüteri kızı hep beraber gezersiniz. Potansiyel hırsız muamelesini de görürsünüz niyeyse. Accessorize çalışanıysa bir başkadır; zannedersin o markanın ceo'su, Türkiye satış temsilcisi, hatta markanın tasarımcısı falan. O özgüveni hemen hissedersin. Böyle yani garip haller. Mesela bir Guess tezgahtarına "Pardon bu ürün indirime dahil mi?" diyemezsin bir kere. "İndirimsiz de gayet uygun böbeyim" gibi bir cevap alabilirsin ondan. İlginç. Koray-Oysho, Collezione-Zara, Rodi-Gap gibi sınıfsal çatışma örnekleri çoğaltılabilir tabii. Vizelerim bitsin, Marksist eleştiri yapıp ödev teslim edicem bu konuyla ilgili. Öberim.

3 Nisan 2011 Pazar

Beyimin Cafe'si Var


Yolculuk ritüelleri denen bir şey var. Eğer tek kişilik koltukta gitmiyorsan, otobüse senden önce binen teyzenin sana ait olan cam kenarına oturması genel kurallardan biri. Ki oturmakla da kalmaz, bileti göstermene rağmen inatla o koltuğun ona ait olduğunu iddia eder. Bahaneler sunar ardından, araba tutmasından, panik ataklara kadar. İnanmış bir kere, ikna edemezsin. Ama ben de inandım cam kenarına, beni de ikna etmek zor aksi bir duruma. Artık tam muavini çağırıp diplomatik yollardan işimi halledecekken, illegal olanı seçtim. Suratımın "sevimli" sıfatını bir maske gibi geçirdim kafama. "Ama cam kenarı olmazsa ben gidemem ki :ı " dedim yüzüm sokakta kalmış bir kedi yavrusu gibiyken. Gözlerim desen adeta bir anime kapak kızı. Titrek, sulu.. Menopoz gardını düşürdü sonunda  "Eh iyi madem" dedi teyze. Sonuç: Pms 1 - Menopoz 0. Kuruldum hemen cam kenarıma. Benimle konuşmasın diye de hemen mp3 çalarımı açtım. Derken yolculuğun 10. dakikasında müzik kesildi. Çünkü mp3 çalarımın şarjı bitti. Panikledim bir an ne yapacağımı şaşırdım. "Yani sen ne ara benim bir uzvum oldun da ben sensiz bir şey yapamıyorum? Sporlarla mı yoksa bölünerek mi çoğaldım, neremden çıktın? Ben sensiz yolculuk nedir bilmiyorum ki :ı " Gibi şeylerle bir müddet hayatı sorguladım. Bu sırada göz ucuyla teyzeye baktım televizyonu açmaya çalışıyordu. Önce televizyonu açtım benimle konuşmasın diye. Sonra korkarak çıkardım kulaklığımı, ama teyze hemen konuşmaya başladı. "Öğrenci misin, nerde, bölümün ne, Zo'da ne işin var, annen baban ne iş yapar?" gibi +50 yaş grubuna hitap eden sorularla haşır neşir oldum mecburen. Kurtuluş yoksa zevk almaya baktım cevap verdim ben de. Sonunda konu oğluşuna geldi. 25 yaşındaymış, saygılıymış, internet cafesi varmış ona ait, çok kibarmış falan. İnternet cafesi varsa tamam dedim zaten. Hele ona aitse benim sırtım yere gelmez. "Bak sana gösteriyim" dedi çıkardı bir de fotoğrafını gösterdi bana. "Soluk benizli tipik bir Karadeniz oğlanı" dedim, içimden. Baktım artık bundan sonraki aşama telefon numaramı istemeye kadar gidiyor can havliyle "Aa Feriha başlamış en sevdiğim dizi!" dedim kulaklığımı televizyona taktım hemen. Ben böyle ayküu seviyesi düşük dizi bilmiyorum ayrıca. Feriha'nın sevgilisi zaten başlı başına bir blog konusu, o konuya hiç girmiyorum o yüzden.
Bu biloon anafikri şudur: Bundan sonra yola çıkmadan önce ilk iş mp3 çalar şarj edilecek, sonra diş fırçası çantaya koyulabilir. Öncelik bu yani.