28 Haziran 2011 Salı

Bir Louis Armstrong Kolay Yetişmiyii


"Baban çok sert adamdır senin şimdi ya. Evde iştimaya falan çıkıyor musunuz? Asker ya hani ehiehi" gibi söylenen laflara "Dizi ve filmlerde ağlar aslında o." karşılığını vermemin tek nedeni olarak babamın trompet çalmasını görüyorum. "Silahı da var vurur valla erkekleri heey" gibi laflara ise "İlk aşkımı annemden önce babama anlatmıştım." karşılığını vermemi de evet yine trompet çalmasına bağlıyorum. Müzik törpülüyor galiba insanı. "Asker ve müzisyen nalaka?" sorularına "bandocu asker" cevabını da en az "Nasıl 6 yıl senin okulun ya? Tıp mübarek ehiehi" sorusuna cevap verdiğim kadar vermişimdir. Bir de trompeti trampet zannedip "Haa lisede ben de boru trampet takımındaydım ehiehi" diye konuşanlara bir bu kadar daha gerçekleri anlatmaya çalışmışımdır. Görüldüğü üzre gayet sabır taşı bir insanım.

Ve ben de bu sabır örneğini sanat platformuna taşımaya karar verdim. Aslında bu kararı daha küçükken vermiştim ama babam muhtemelen beni kendine güçlü bir rakip olarak gördüğü için, buna zamanında "Dudakların ezilir boşver" diyerek engel olmaya çalışmıştı. Ama güneşi balçıkla sıvayamazsın sevgili babacığım. Gün gelir ve o güneş parlar, engel olamazsın yani. Yarından itibaren babamın trompetçi bir arkadaşından ders almaya başlıyorum. "Trompetçi bir babanın kızına bir başkasının trompet öğretmesi biraz garip." dese de babam, hepimiz biliyoruz ki babadan ve kocadan hoca olmaz.

Zamanında iki tekerlekli bisiklete binmeyi babamdan öğrenme gibi bir tecrübe yaşamıştım. İkinci güne geldiğimizde artık bütün lojmandaki insanlar balkonlardan üzülen gözlerle bana bakıyordu. Böyle bir platformda romantik trompetçi yok çünkü karşımızda. Hötöt asker bir baba var. Dolayısıyla konuşma, yürüme gibi neyse ki bir şekilde kendiliğinden öğrenilen şeylerden sonra babamdan öğrendiğim ilk ve son "ebiliti"dir pisiklet. Daha sonraki eğitim öğretim hayatımıza ne biliyim; yalan söylememek, kibar olmak, siyaset, edebiyat gibi konularda tatlı dille başarabileceğimiz şekilde devam ettik. Psiko-motor davranış türü aktivitelerden uzak durduk. Gül gibi geçinip gittik.

"Gitar virtüözü olcam" hayaliyle ailesine gitar aldıran her ergen gibi zamanında ben de aldırmıştım bir gitar. Ve ilk haftada "Parmaklarım acıdı be!" diyip dolabın üstüne süs olarak koymuştum. Şimdi dolabın üstünde bile durmuyor artık o, nerde bilmiyorum. Ama bak trompeti elime alıp çok üflemişliğim var. "Sanatçı olacağım küçüklüğümden belliymiş. Saç fırçalarını mikrofon yapıp ayna karşısında şarkı söylerdim." diyen şarkıcılar gibi ben de bu örneği verebilirim mesela. Gerçi ses çıkarabiliyordum ama o sesler bir Louis Armstrong değildi haliyle. Şimdi 3 aylık hızlandırılmış bir eğitimle Louis Armstrong olmaya gidiyorum canlar. Sıkılmayıp, "dudaklarım acıdı be!" demeden bu işi başarırsam geldiğimde bir çağrı atarım. Öbdüm.

26 Haziran 2011 Pazar

Religious Views: Hamam Böceği

 
Sokakta gördüğüm kedi köpek dahil olmak üzere hayvanları genel anlamda severim ben. Hatta Ankara'dayken ters dönüp bacak sallayan hamam böceklerini belki Gregor Samsa'dır diye düzeltip arkalarından el sallamışlığım var. Öyle hayvanlarla kafayı yemiş biri olduğumdan değil ama hamam böceklerine ayrı bir saygım var ondan. Neticede kafasız 9 gün, hiçbir şey yemeden de 1 ay yaşayabilen canlılar. Pardon yani.

Ankara'dakiler normal böcek ebatlarındalar ama Antalya'dakiler sıcağın ve nemin etkisiyle böceklikten çıkmış artık. Biz burda böcek diyemiyoruz onlara pek. Belki kuş, bilemiyorum. En az yarım kilo çeker tanesi. Geçen yıllarda oturmuş tv izlerken duvarda  gördüm bunlardan bir tanesini. Somutlarsak sigara paketi kadar var burdakiler. Tedirgin ediyor haliyle. Terlikle vurmaya kalksam o kitininden çıkan çıtırtıya dayanamayıp tansiyonumun düşeceğini biliyorum. Sonra içinden çıkan o püremsi şeyi duvardan temizlerken de kendimden geçebilirim. O yüzden bu seçeneği eledim. Böcek ilacı bakındım o telaşla göremedim. Nasılsa içinde alkol var diye oda spreyi sıktım üstüne. (Cinyıs bu kız) Ama benim onu sıkmamla yaratık uçmaya başladı. Öyle de bodoslama uçuyor ki çat diye alnımın ortasına çarpabilir. Nihayetinde kondu bir yere, ben de aldım elektrik süpürgesini ve işimi onunla halletmeye karar verdim. Çıkardım ucunu, çıktım koltuğun üstüne bekliyorum. Baktım olmuyor biraz daha yaklaştırdım ama  dayı kımıldamıyor. Acaba makine mi bozuk diye elimi koydum hüüp hüp çekiyor gayet. Anladım ki güçlü bir rakiple karşı karşıyayım. Süpürgeyi ittim, yarısına kadar girdi böcek içine ama antenleri bile oynamıyor. Adam cool. Yani sapla ekmek bıçağını sırtına, o yürümeye devam eder, polemiğe girmez. En sonunda "sen mi büyüksün ben mi büyüğüm!" dedim ve tabii ki ben büyüktüm ve yendim piçi. Tabii o makinenin içinde kaç milyon yumurtasını bırakıp, kaç bin tane oldular hiç bilmiyorum. Ev de, makine de benim değildi sorgulamadım o yüzden.

Ama sorgulamakta fayda olabilir. Zira bir dişi bir milyonun üstünde yumurta bırakıyormuş yaşarken. Ve hamam böceklerinin yüz yıllardır evrim geçirmeden bu günlere geldiğini, üstüne radyasyondan da etkilenmediklerini göz önüne alırsak, bu üreme hızıyla günün birinde dünyayı ele geçirmeleri çok da şaşırtıcı olmaz. Ve küresel ısınmayla iyice kıllanıp büyümüş olan bu dayılar eminim ki bizi yenerler. 1'e 10 veriyorum ben. O yüzden herkes safını şimdiden seçsin. Ben seçtim. Görüşürük.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Havada Bir Neidiübelirsizist


Deizm, agnostisizm ve beraberinde getirdiği ateizmin yarattığı beyin fırtınasında öncelikle belirtmem gerekir ki götüm sıkıştığında sahip olduğum bir tanrı inancım var. Çoğu insan gibi aciz kaldığımda kullanıyorum bu joker hakkımı. Oturup kimseyle var ya da yok bunu tartışmam, ben bile kendi kendime çok kafa yormuyorum ama Neidiübelirsizm gibi bir felsefik akıma mensubum bunu biliyorum. Geçen hafta İstanbul'a giderken bunu bir kez daha anladım. Adam "Ben kaptan pilotunuz bilmemkim, şu an deniz seviyesinden 8.500 metre yüksekteyiz." dediği an, Hürrem Sultan gibi "eşhedüenlaa" diye girdim olaya ben. O an müslüman oldum ve halvete aldılar beni. Zaten saçma sapan panikleyen bir insanım. Geçen ay asansörde kalınca bile avaz avaz "nefes alamıyorum ölceeeem" diye ağlayarak ortamdaki oksijeni bitirip beraberimde 3 arkadaşımı daha ölüme sürüklemişliğim var.

"1000 ton demir mi daha ağırdır, pamuk mu?" sorusuna "uçak daha ağırdır" diyorum ve sene olmuş 2011, ben hala bu olaya şaşırıyorum. Tamam teknoloji falan ama yer çekimi denen de bir şey var sevgili Wright Kardeşler. Hadi suyun kaldırma kuvveti var diyip teknede falan kendimi rahatlatmaya çalışıyorum ama boşluğun nesi var? "Uzun yolculuklar insanın kendisiyle baş başa kalıp düşünmesini sağlar" diye bir hede hödö var oysa ben uzun yolculuklarda sadece müzik dinleyip, yol kenarındaki ölmüş kedi köpekler için 1 dakikalık saygı duruşunun ardından İstiklal Marşı'nı söylüyorum en fazla. Ama uçakta sadece 45 dakikada 23 yıllık hayatımın özetini çıkardım resmen. "Uçak yere düşünce mi ölürüm, yoksa zaten havada parçalanır mıyız?" diye düşüncelere gark olurken hafif bir sarsıntıda bismillah falan demişliğim var itiraf ediyorum. Arkadaşım "Düşen uçakta hiç ateist olmazmış ama bizimki daha uçak kalkmadan müslüman oldu ahuaha" diye benimle dalga geçse de ben burdan abilere ve ablalara sesleniyorum. Hiç öyle ders çalışma ayağına, evlerde ağırlayarak, harçlık vererek falan yormayın kendinizi. Ayarlayın bir uçak, doldurun içine çoluk çocuğu; ilk seferde olmasa da 2-3 uçuşta cemaati kurarsınız söz. Size temiz ve daha ekonomik bir yol gösteriyorum. Gerçi ben bir Neidiübelirsizist olarak yere iner inmez yine koptum sizden ama sevgi nedir? Sevgi emektir al yazmalılarım. Öberim.

10 Haziran 2011 Cuma

Bel Fıtığı Tedavisi İçin Hemen Arayın 05** *** ** **


Şu an kuyruk sokumum felç, sırtım tutuldu, kollarım ağrıyor. Hatta bugün 2-3 omurum yerinden çıkmış olabilir. Muhtemelen yarın sabah yataktan beni bir ekip kaldırmak zorunda kalacak çünkü inme falan inmiş olur büyük ihtimalle. Sebebiyse bugün ufak çaplı bir taşınma gerçekleştirmem.

Nasıl park mafyası var, büfe mafyası var.. Koli mafyası diye bir şey daha varmış. İhtiyacım olan sadece iki aptal kutuyken, bunu bulmakta bu kadar zorluk çekmemeliydim 2011 Türkiye'sinde. Super markete sordum, bir mağazaya sordum, gittim başka markete sordum. Yok. Aslında var ama vermiyorlar. Satıyorlar mı, genetikleriyle oynayıp yeni türler üreterek doğaya mı salıyorlar bilmiyorum ama vermiyorlar onu biliyorum. Bir eczaneden buldum iki tane göt kadar koli. Göt dediysem de öyle Türk kadınınki gibi değil, İskandinav götü tadında. Minicik. Gittim odama hiçbir şeyim sığmadı tabii. Sonra yine çıktım dışarı. Neyse ki şu hayatta Migros gibi bir şey var. Küçük esnaf her şeyi hak ediyor kusura bakmasın. Hepsi kapansın her yer Migros olsun. Yaşasın kapitalizm, yaşasın çılgın tüketim toplumu! Ben bir tane düzgün koli bulamamışken bana 3 tane verdi 3M'sini yidiğim.

Yurda geri döndüm kitaplarımı, yurtta bırakacağım eşyalarımı, uyku setimi derken her şeyi paketleyip depoya indirmeye başladım. Yalnız bir kutu kalkmadı. Onu kaldırayım, depodaki rafa yerleştireyim derken 1-2 omurumu orda bıraktım sanırım. İçinde, koli vermeyen insanlara sinirlenip parçalara ayırdığım yurttan bir kız vardı. Ben içerde tuvaletimi yaparken lavaboda ellerini yıkaması yüzünden yapamadığım bütün tuvaletlerimin şerefine kurban olarak onu seçtim. İçinde ceset olduğundan görevlilerden taşımaları için yardım da isteyemedim. Dexter gibi kendi işimi kendim gördüm. Ama asansörde bir kız "Kutuyu tam kapatamamışsın. Aa o sarkan şey ne, saç mı?" diye ortalığı velveleye verince kutuma gittik ve bütün büyü bozuldu. O sarkan şey kitap ayracının püskülü, tonlarca ağırlık da cesedin değil kitapların marifeti. Mutlu musun? İki dakika hayal kurdurtmuyorlar insana.

Valiz denilen şeyse giderken sırnaşık bir evcil hayvanken, dönüşte kudurmuş azılı bir köpek oluyor neden bilmem. Düzenli olarak tüylerini fırçalasan da, aşılarını eksiksiz yaptırsan da yapıyor bunu. Yani aynı eşyalarla rahatlıkla gelebilirken neden aynı rahatlıkta dönemiyorum? Bu hala bir müphem. Tüm savaşın sonunda fermuarlarını zar zor kapatabildiğimde geriye üç torbalık eşyam kaldı. Artık onları da yarınki eğitimle halletmeyi düşünüyorum. Elimde kırbacım otur-kalk komutundan sonra ateşli çemberden atlatıcam valizleri.

Ankara'dan "seneye son kez geliyorum bak ona göre" diyip giderken, gençliğimin baharında sakat kalmasaydım iyiydi. Ama bugün öğrendim ki edebiyat okumak demek; bel fıtığı, disk kayması, omur kırılması, omur ilik kopması ve nihayetinde felç kalmak demekmiş. Kimseye önermiyorum. O değil de belim çok fena :ı

5 Haziran 2011 Pazar

%100 çalışıyor!


Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisinin Berrin karakterinin sivilcelerini 1 haftada yok eden "PEMBE MASKE" %56 indirimle bu blögde!

Eskiden "Şamdan pozu" verip, (ki o meme uçlarını saçlarla örterek verilen bir pozdu) bedeniyle değil kariyeriyle gündemde olmak isteyen insanlar vardı. Sonra Şamdan'ın modası geçti, şarkıcı oldu onlar. Bu sefer kliplerinde soyunarak, bedenleriyle değil sesleriyle gündemde olmak istediklerini belirttiler. O ya da bu şekilde para kazanıp hayatta kalabilmek için erkeklerin zaaflarının kullanılması gerekiyordu ve yapıldı. Ama işin özünde bir dişilik, bir estetik, bir seksapalite vardı sonuçta. Sivilce yoktu en azından onu biliyorum.
-Berrin'i nasıl bilirdiniz?
-Sivilceli.
Hiç hoş değil.
Pembe Maske reklamı için ne kadar para aldın bilmiyorum ama güzel kız, interneti her açtığımda senin "before-after" fotoğraflarını görmekten sıkıldım. Soyunsan belki daha iyi olabilirdi. Her neyse, Cemile'ye selam, Osman'ı benim yerime öp. Görüşürük.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Kıyamadığım Bir Blög Yazısı


Bazı insanlar bu hayata bıyığı ve saçlarıyla doğar. Doğduğu sırada oksijenin ilk temasıyla yanan ciğerleri ve poposuna yediği şaplakla perçinlenen acısı bu kıllarla diner adeta. "Bizim oğlan çok saçlı çıktı" diye hava atar anne baba. "Mide ağrısını bu yapıyormuş demek." diye durumu aydınlatır anane. İlhan İrem bunlardan biri. En azından ben öyle benimsedim. Bu videoyu ilk izlediğimde Yumoş'un gerçekte konuşmadığını öğrendiğim zamanki kadar üzülmüştüm.

Şarkı zaten çok acıklı. O her ne kadar "sensiz de yaşarım, oh hayat akıp gidiyor, senle anılarım silik bir film  nanik" falan dese de bunları yazarken ağladığına eminim. Unutamadığını ancak bu kadar bağıra bağıra söyleyebilirmiş ve o da söylemiş zaten. Kıyamam :ı İnsan öfkesini bile bir şeyler hissettiği kişiye kusar. Eğer öfke de kalmamışsa içinde, çavbella zaten.

Video ise bambaşka. Eskiden televizyona çıkmak apayrı bir tecrübeymiş. Sahnede ne çalgıcı var, ne eline mikrofon veriyorlar. Ben küçükken dansözler çok önemli insanlardı mesela. Yılbaşından yılbaşına çıkarlardı sadece, bir karizmaları vardı. Ama yine yapayalnız çıkarlardı sahneye. Ne bir darbukacı, ne bir tefçi. Her göbek attığında çıkan darbuka sesini bir meslek meziyeti sandığımdan kelli, büyüyünce dansöz olmak isterdim. Gizli gizli aynanın karşısında göbek atardım ama o ses çıkmazdı. Gözümde iyice büyürdü dansözler. İlhan İrem de yapayalnız sahnede. İyot gibi kalmış adam ortada. Göbek de atmıyorsan, insan elini ayağını nereye koyacağını bilemez, o da bilememiş zaten. Kıyamam :ı

Krem ya da beyaz takım elbise döneme damgasını vurmuş anladığım kadarıyla. Zira babamın da gençlik fotoğraflarında bu tonun hakim olduğunu ben bizzat kendim şahsen gördüm. Gerçi belki sarıdır, belki bejdir bilemeyiz. Siyah-beyaz'ın algılattığı kadar konuşuyorum. Ayrıca papyonunu yediğim İlhan İrem'in altın kolyesine yorum yapmıyorum. Çünkü İlhan İrem'i çok severim ve kıyamam :ı

Ne zaman sınavlara çalışmam gerekse, ne zaman ödev yetiştirmek için uğraşıyor olsam kendimi ya Facebook'ta ya da böyle lüzumsuz detaylarda bulurum. Bu da tam olarak o anlardan biri. Gittim o yüzden. Öbdüm:*