27 Mart 2011 Pazar

Oldboy


Günlerdir aklıma bir sürü şey geldi yazmak için ama dns ayarlarımı değiştirmeme rağmen bir girebildim bloga bir giremedim. Derken hepsini unuttum gitti zaten. Ama sizlere tabii ki ellerim boş gelmedim canlar. Bu sefer elimde 2003 yapımı şahane bir Güney Kore filmi var. Üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen yeni izliyor olmama bu sefer hayıflanmadım çünkü daha önce izlenmezmiş bu film. Yalnız şunu belirtmem lazım ki ben böyle film izlemedim daha önce. Uzun bir süre de aklıma geldikçe nasıl sarsıldığımı tekrar tekrar düşünüp bunu pekiştirmeyi planlıyorum. Film mi izledim, tokat mı yedim, yani ne bok yediğimi ben de bilmiyorum. Feci şekilde spoiler içeren bir yazı olcak o yüzden izlememiş olup izlemek isteyenler sayfayı terkedebilirler. Sonrasında uzun uzun konuşuruz beraber.

Filmin başında henüz olayları anlamdıramamış halde "Şimdi anladığım kadarıyla olay Kore'de geçiyor" gibi bir durumdayken canlı ahtapot yeme sahnesi vardı ki "Tükür evladım babanın suratına!" gibi bir tepki vermeme neden oldu. "Yani bir uzak doğu filmi izlediğime pişman ettirmeyin rica ediyorum iğrençleşmeden" diye kibarlaştım sonradan, toparladım biraz.

Yıllar öncesine dayanan bir kin, ardından inanılmaz planlanarak alınan bir intikam. Bu kadar sarsıcı, bu kadar zekice kurgulanmış ama aynı zamanda bu kadar da rahatsız edici bir film olamazdı sanırım. O kadar garip ki yani normal bir sahnesi yok zaten; mesela bir işkence sahnesi var; adamın dişini çekiçle sökecek, arkada Vivaldi çalıyor falan. Kardeşini hamile bırakmış bir adam var ortada -ki bu kız ardından intihar ediyor- normalde tü rezil demeye hazırlanırken öyle bir sahne geliyor ki aralarındaki aşk zannedersin dünyanın en masum en normal ve olması gereken aşkı. Hatta "neden böyle oldu keşke hiç ayrılmak zorunda kalmasalardı" diye isyan edesim geldi bir an, kendimi tuttum "tamam abartma" diye. Bu tip bir anı Annem Hakkında Her Şey'de bir travestiden çocuk doğurup duran kadınlarla Pedro Almadovar yaşatmıştı bana en son. Ama o bile bunun yanında daha sıradanmış. Sonra baba-kız olduklarını bilmeden birbirlerine aşık edilip birlikte olan ayrı bir çiftimiz var filmde. (İşte intikam burada alınıyor canlar.) Filmi izlemeden önce hakkında duyduğum birkaç şeyden dolayı onların baba kız olduğunu bildiğimden izleyemedim mesela bazı sahneleri. Hatta filmi yarıda bıraktım. Üzerinden 1-2 gün geçtikten sonra devamını izleyebildim. Gerçeği öğrendikten sonra, kızının da bunu öğrenmemesi için adamın o çırpınışları, o çıldırmış hali, ardından dilini kesişi.. Sonunda ses kaydından sevişme seslerinin duyulması ve adamın tekrar tekrar yıkılışı..  Ah çok dramatikti.

"İntikam soğuk yenen bir yemektir" ne demekmiş gördüm ben bu filmde. Yıllara yayılmış kin, plan program... İnsan insana bunu yapar mı lan! dedirten hal ve hareketler.. Uzak Doğulular garip adamlar. Beyinleri farklı çalışıyor, korkulur bu adamlardan ben bunu anladım.Yani özetle bir film izliyim dedim ağzım burnum dağıldı genşler.

15 Mart 2011 Salı

Paint > Photoshop


Eski fotoğraflara bakarken buldum bunu. Sene kaçmış bir bakalım. Ah evet 2006. Canım dostlarım Nalan, Fedon ve Fatih'le Bodrum'da.. Fatih (Ürek) fotoğrafı çektiği için maalesef ki bu güzel kare eksik kaldı. Gerçi tenimin bronzluğu da biraz eksik kalmış ama Fedon zaten 4 mevsim bronz adam. Koy onun yanına Rihanna'yı, olur sana Nikolkidmın. Neyi tartışıyoruz?

İşte biz Bodrum'da her yaz buluşuruz böyle. Koyları gezeriz tekneyle, Nalancığımın o güzel bahçesinde limonata içeriz, köpekleriyle oynarız, akşam da rakı-balık keyfi yaparız. Günlerimiz böyle lokum geçer kusura bakmayın. Arada okey oynuyoruz mesela. Biz Fatih'le eş oluyoruz hep. O hep çifte biter, ben renkliden okey atarım falan şahane bir ekibiz. Okeye 4. arama gibi bir derdimiz de yok. Rahatımız yerinde. Gerçi Hayko salça oluyor bazen. Adam "forever yancı". Pek aramıza almıyoruz onu. Ama gelsin Ankara'ya o da ekmek arası gider yani. İki tabak kırar stres atarız. Kral olur.

Anlayacağınız üzere kıştan da iyice sıkıldım sevgili gönül dostları. Şöyle güneş çıksa, iki sandalet giysek fena mı olur? Botlardan, çizmelerden afakanlar bastı ayaklarıma. Geçen çorabımı bir çıkardım parmaklarım birden fırlayıp kaçıştılar. Böyle kımıl kımıl. Yakalamaya çalıştıkça ellerimden kaydılar. Ardından her biri farklı yerlere saklandı. Sonrası da işte iyilik sağlık.

O kadar kulağını çınlatmışken sevgili dostumun şarkısını da dinleyiverin artık.
http://www.youtube.com/watch?v=Sj6c2ksWVcQ

12 Mart 2011 Cumartesi

719 Numaralı Odaya Kadehimi Kaldırıyorum!


7. kattan gözüken karlı Ankara manzarasına, bir kadeh sıcak şarap ve fonda Fransızca bir şarkı eşlik etti... Ah monşer ne kadar da şıktık bir görseniz! Her birimiz birer leydi, birer prensestik adeta. Derken çok kibar ve şık bir beyefendi beni dansa kaldırdı. Sanırım bu teklife karşı koyamazdım.. Gibi bir hikaye uydurabilirim sanırım. Ama neyse ki bu kadar elit insanlar değiliz. Tereciye tere satmak niye değil mi? Yurtta altımızda pijamalarımız ve termos bardaklarımızla ucuz Cumartesi şarabı içtik. Hatta neredeyse onu bile içemiyorduk. Tirbuşon yüzyıl icadı açık konuşalım. Babamı aradım tirbuşonsuz nasıl açabiliriz diye. Annem "inin yurdun kantininden falan birinden isteyin" dedi. Ütopik bir askeri yurt tasarlamış kafasında. Böyle teras katında bar var, müdür arada geliyor iki kadeh kaldırıyoruz şerefine falan. Hayal aleminde benim böböyüm. Ama geçen dönemden kalma kırık bir tirbuşon bulabildik ve bu sorunumuz da ortadan kalktı neyse ki.

Normalde 3 kişilik bir çekirdek aileyle yaşamaya alıştım 20 sene boyunca. Kendime ait odam, sadece benim olan eşyalarım falan. Bir anda 570 kızın arasına düşünce iyot gibi kaldım ortada bir müddet. Odadaki havam bitiriyor diye sinirlendim gizli gizli. Bütün oksijen bitti herkes sırayla nefes alsın, şimdi sıra bende, benden sonra yine bende, sonra yine bende! Böyle "tek çocuk" bencilliği yaşadım bir süre. Ama artık alıştım galiba. İnsanın kendi gibi başkalarının da minik problemleri dünyanın merkezine koyup yıkıldığını, sevdiği kişiyle ayrıldıklarında ağlayıp zırladığını, sonra bir müzik açıp bunların hiçbiri olmamış gibi bağıra çağıra şarkı söyleyerek dans ettiğini görmesi çok rahatlatıcı. Yine bir bencillik belki ama "oh tek mal ben değilmişim!" hissiyatı şahane bir şey. Bir de içlerinden biri üzgünken diğer kızlar da kenetlenmiyor mu! Bu kızlar benim aybalam. Ben bunu anladım.

Ama bu aybalalar, çatal karalar çingeneler içki içmemeliymiş. Ben bunu da anladım. "Dibini görmeyen sevdiğini görmesiiiğn!" diyip lıklık lıklık şarap içildiği nerde görülmüş? Bunu adama sorarlar. Derler ki nereye? Eğer demezlerse, tuvaletin kapısını kitleyemediği için birinin o içerdeyken kapıyı açmasına da engel olamaz, "ben senin dişlerindeki teli bile seviyorum!" demeye de.. Sonra sen arkadaşının yatağında uyanırsın yeni güne, senin yatağın da bir başka kızla güne başlar. Engel olamazsın yani. Ama her şeye rağmen süper eğlenceli bir geceydi. Ayrıca beni o ranzanın tepesine çıkartmayıp olduğum yerde uyumamı sağlayan Alım hanıma ayrıca teşekkür ederim. Yoksa ben o ranzadan düşüp pekmezimi akıtırdım kesin. Ve pekmezi akık bir seyirci hiçbir işe yaramazdı. İşte böyle hep bu kızlar kaka, hep onlar sarhoş! Ben hep naif, hep leydiyim. Yersen.

9 Mart 2011 Çarşamba

Türkiye'deki İlk ve Tek Özel Dedektiflik Şirketi Gururla Sunar


Şehir merkezinde 60cm kar kalınlığıyla Ankara'dan bildiriyorum, Kırca?
Üniversiteler de tatil oldu. Şahane. Zaten bahar bahar havayı bok gibi yapıp kar yağdırıyorsa şu Mikail, okulların da tatil olması lazım. Kimse bana onu savunmasın rica ediyorum. Gerçi akşam dışarı çıktık, kar topu oynadık fena da olmadı sanki. Ama bahar güzel, güneş reyiz pardon yani.

Okullar da tatil, tembel tembel açtım bilgisayarımı. Feyzfuk'tan biri beni dürtüklemiş. Kim ola ki? Joseph Erdem. "Bu kim yea?" derken suç psikolojisi, özel dedektiflik, spiritüel kriminal bilmem ne falan görünce adamı hatırladım. Televizyonda aldatan kocasını bu kel dedektifle basan kadınların olduğu bir program vardı. Ve her seferinde bu herifin nasıl olup da dayak yemediğini merak ederdim. Kameralarla birlikte zorla kapı falan açtırıyorlar, adamlar yarı çıplak. Püüü şerefsiz diye kocasına tüküren kadın, yanında bizim kel. Kim olsa gözüne bir tane patlatır yani bu adamın. Tabii olaylar düzmece değilse. Her neyse ama bana "poke" ne alaka yani? Hatta nalaka? Noluyoruz lan dedektif medektif dedim adsfgh:D Ben de onu dürtükledim. Normalde elalemi dürtmek adetim değildir ama "şu sefil ömrümde hiç dedektif dürtmedim" dememek için dürttüm onu. Evet.

Napıyım? Canım sağolsun. Tavşan kardeş.
Neyse Kuşum Aydın çık aradan. Konumuz ciddi. Kriminal mriminal baksana. Sonra baktım yine dürttü beni. Manyak mı ne dedim bıraktım artık. Birini de aldatmadım ki peşime taksın bu adamı. Birkaç gündür Mikail'e küfür ediyorum sadece ama o da dedektif sokmaz herhalde araya. Sonra Feyzfuk'taki fotoğraflarına baktım. Hava, kara, deniz konseptli fotoğraflarımız var. Yani diyor ki burda şair, benden ya uçan ya kaçan. Dedektif temalı bir adam olduğu belli. Mesaj açık. Not ettim. Attım hafızaya. Artık bundan sonra beni aldatan biri olursa Josephciğimle birlikte kapısını kırcaz. Joseph tutcak, ben tükürcem. Artık böyle. Çavbela.

8 Mart 2011 Salı

Bu yazının adı "Sevgili Günlük" olsun


Dün sabah kalktım yataktan. Hava karanlık. Saate baktım 10-10 buçuk falan. Perdeyi açtım bombok bir pazar sabahı. Sanki bana İsveç. Bütün gün karanlıkta yaşadık yarasalar gibi. Hayat enerjisi denen şey nasıl tükenirmiş gördük. Memleketimden İnsan Manzaraları'nı ve Aristo'nun Poetikasını bitirmem lazım normalde. Ama bunları yapabilmem için uygun şartlar hazır değil. Daha doğrusu evren buna hazır değil. Kuzey ülkelerde yaşasam kesin kolumu bacağımı keserdim depresyondan. Gerçi Ankara'da da ramak kaldı, bir iki parmak kesicem çerez niyetine. Bu sabah da kalktım ki kar yağıyor. Bahardı oysa, böcekti, çiçekti...  İşte böyle bir dünya. Ben de bıraktım küçük parmağımı kenara. Nabacan?

Okula giderken radyo açtık. Hala Geveze diye bir insan var. İlkokuldaydım vardı bu adam. Lisede ergenken kitabını imzalatmıştım hatta D&R'daki imza gününde. Hala sorgularım neden böyle bir şey yaptım diye. Ama ergenken sizin neler yaptığınızı da biliyorum. O yüzden kimse o yılları açmasın en iyisi.

Sonra Ales için para yatırdım. Neler varmış neler yokmuş bakalım dedim. 40 lirayı verirken aklıma Melis geldi. "Sen 40 lirayı bana ver. Ben sana sınav ortamı hazırlarım." demişti. Şu an param cebimde, Melis yanımda olabilirdi. Hem İstanbul'a gider iki boğaz havası alırdım. Hem Melis okunmuş pirinç verirdi, şeker koyardı önüme. Sınav ortamıysa alasını yapardı o. Ama şimdi 40 liram da yok, boğaz havası da, Melis de. Ben de bıraktım işaret parmağımı kenara. Nabacan?

Bir de alışkanlıklar zor şey "Sevgili blog". Özlemek bir şeyleri en zor. Ankara'ya gelirken mola verilen yerlerde hep aynı tuvalete girerim ben mesela. Doluysa beklerim. Başkasına işesem kaza olur belki, böyle totemlerim var. 5 senedir kullandığım kalemim kayboldu diye olay çıkardım geçen dönem. "Aynısının yenisini al" diye parlak fikirler geldi. Ama aldığım yenisi o olmayacaktı. Kaçan balonu için ağlayan çocuk gibi. Annesi yenisini alsa da ağlar. İlle de kaçan balon. Adam haklı. Kimseye anlatamazsın bunu. Ben de sana anlatıyorum o yüzden. Zaten kar da hala yağıyor. Ben de bıraktım orta parmağımı kenara. Nabacan?

5 Mart 2011 Cumartesi

Anne ben büyüyünce gurme olcam


Orhun Yazıtlarını o gubik alfabeden okumaya çalışırken seni  düşündüm Mehmet Yaşin. Gözlerim doldu. Sonra sinirlendim. Sen "damak çatlatırken" ben neden 13 asır önce yazılmış şeyleri okumak için şu paşa gönlümü sıkıyorum? Peki ya sen Vedat Milor? Karizmatik burjuvam peki ya sen? İnsanların aylar öncesinden rezervasyon yaptırdıkları dünyanın en iyi restorantları sıralamasında 1. olmuş Kaliforniya'daki The French Laundry'de yediğin yüzlerce dolarlık yemekleri yazarken hiç mi elin titremiyor? Aşk bu mu, sevda bu mu, hayat bu mu!

Bir insanın gezip gezip, üstüne gittiği yerlerin en meşhur mekanlarında en güzel yemekleri yemesi ve tüm bunların üzerine para kazanması ne yaman çelişki! Onları gördükçe kendi sefil hayatım daha da sefilleşiyor gözümde. "Vat e piti" bir hal alıyor. Yaşin, Milor ve diğerleri... Kıskanıyorum sizi. Ve kıskanınca çok tehlikeli bir insan olabiliyorum. Ama bunu önlemek sizin elinizde. Çantalarınızı taşıyabilirim mesela, ya da yanımda sizin için soda taşırım, naneli sakız veririm yemeklerden sonra. Beni yanınızda gezdirirseniz hiçbir problem kalmaz, şeker gibi bir insan olurum. İstediğiniz gibi damağımı çatlatıp gözümü patlatabilirsiniz gıkım çıkmaz. Bu da size açık mektubum olsun. Yirin.

4 Mart 2011 Cuma

Sol baştaki benim.. Foto eski bıyıklarım biraz daha gür şimdi, gözlere de lens taktım..


Beyin göçüyle Evropalara giden bir arkadaşımın blogla ilgili söylediği süper bir benzetmesi var. Blogu müsil olarak görüyor. İçinde birikenleri, kimi zaman söyleyemediklerini bloga yazıp rahatlama terapisi. Tıkandığında at bir müsil sonra çek sifonu rahatla. Aynen öyle. Ben de attım şimdi bir müsil daha.

Bendeki bağırsak rahatsızlığı, artık neredeyse 5. seneyi devireceğim okulumla ilgili. Ve 1 sene daha bu kabız sorununu çekmek zorundayım. Hayır tıpta da okumuyorum, sene de uzatmadım. Bu sorulara da yıllardır aynı cevabı vermekten ayrıca sıkıldım. Her neyse. Bir kere sınıf dediğin en az 40 kişilik olmalı. Hatta notlarını parayla satan tipler, adını bilmediğim insanlar olmalı o sınıfta. "Aynı sınıftayız ama hiç muhabbetim olmadı" demeliyim birinden bahsederken. Ya da sınıfın arkalarına oturup müzik dinlemeliyim belki, belki bir hocayı sevmediğim için farklı şubede derse girmeliyim. Olamaz mı? Olabilir. Aşk mesafeleri sever. Ayrıca hoca dediğinle de aranda mesafe olmalı mesela. Öyle seninle muhattap olmamalı, dersini anlatıp gitmeli. "Hoca ve öğrenci arkadaş olmalıdır" büyük yalan bir kere. Kimse kimseyi kandırmasın. Hiçbir hocamla arkadaş olmak istemiyorum ben, onların da bana bayılmadığına eminim. Peki bu çaba niye o zaman?

Öyle bir okulda okuyorum ki sınıfım 18 kişilik. Osursam "Duygu osurdu!" derler. Farkındalık had safhada sayıdan dolayı. "Bugün pek derse katılmak istemiyorum, arkalara geçeyim" desen önünde sadece tek sandalye var. En fazla bir kafa arkada olabilirsin. Burnumu karıştırsam hocayla göz göze geliriz. Hocalar da bu sayıyla ters orantılı olarak fazla şeyler mesela. Imm şeyler işte. İçlerinde tabii ki pamuklara sarmalayıp saracağım, bal kaymak hocalarım oldu. Ama onların da %90'ı okuldan ayrıldı zaten. Ve bu dönemki hoca profili beni gerçekten yordu genşler. Ben lisedeyken bile hatırlamıyorum ki bir hocam önceki dersine girmedi diye öğrencisine tavır yapsın, hesap sorsun. Dersine ister gelirim, ister gelmem sonuçta. Dönem sonunda not dökümünde göreceğim "f" notu tamamen f ile benim aramda. Zaten c'den aşağı not da gelmez bana kapiş? Sen niye bu kadar dert ettin? Yakında tırnak kontrolü yaparlarsa şaşırmam, öyle bir kulak memesi kıvamına geldik.

Ve yine okuduğum okuldan ve bölümden dolayı sanırım, okula sadece ders dinlemeye gitmek gibi bir ukte edindim. Hazırlığı saymazsak 4 senedir her ders için ayrı ayrı sunum hazırlamaktan, ödev yapmaktan, makale tartışmaktan, ders anlatmaktan kusabilirim artık. Tek istediğim hoca anlatsın ben not tutayım arkadaş! Çok mu şey istiyorum? İyi ki "öğrenci merkezli eğitim" diye bir şey çıkmış ortaya. Evropa'da hiç ders anlatılmazmış, öğrenciler kendileri araştırıp takılırmış. Evet burası da Evropa çünkü. Her şeyimiz tam eğitim sistemimiz eksik kalmasın. Bir de bu okula para veren insanlar var ben en çok onlara üzülüyorum. O kadar parayı ben versem hiç ders anlatmam, hep hocanın anlatmasını beklerim. Bir de anlatıyorsun beğenmiyor. E bir kere de sen anlat biz dinleyelim. Anlatan var bir tane mesela onu da susturamıyorsun. 4 saatlik derste 10 dakika ara kapanın elinde kalıyor. Onda da rica minnet. Sonrasında "sizin nazınızı çekemem istemeyen gelmesin" tripleri. Özel okulda okumak demek sanırım biraz da hocaların kaprisini çekmek demek. O hazırlık atlama sınavında üşenip girmemezlik yapmayacaktım. Eğer hazırlık okumamış olsaydım şu an burada mezuniyet balomda ne giyeceğimin gereksiz muhabbetini yapabilirdim size. Neyse kaldı 3 dönem. Bu dönem de çabuk geçer ümidindeyim. Kaldı 2 dönem. Matematiğim çok iyidir daha önce bahsetmiş miydim?
Blogumun ucunu yaktım. Asker mektubu oldu bu. Şafak bilmem kaç. Sifonu da çektim. Çüüs.

1 Mart 2011 Salı

Perili Yurdun Kavalcısı


O bahsettiğim pis havlu bezi 7. katın yangın merdiveninden bulvara doğru attım geçen gün. Yere düşüşünü seyrettim, oda arkadaşım da şahit. Biraz süzüldü havada, sonra yön değiştirdi üstüme üstüme uçmaya başladı "kış kış cinler" diye tempo eşliğinde geri püskürttük neyse ki. Koşa koşa gidip odamızın camından baktık. Yerdeydi. Manda boku gibi yapışmış halde. "Artık banyodaki kaloriferin üstünde nah görürüz seni" dedik, tükürdük bir de ardından. Sonra da çıktım gittim yurttan. Çıkarken onu da unuttum zaten. Aklımı meşgul edecek daha mühim poroblomlarım var çünkü.

1-2 gün sonra Gizot mesaj attı telefonuma. "Bez aynı bez, yer aynı yer, bok aynı bok" diye. Yatır Pasaklı Sally hazretleri öyle uygun görmüş. Kadın pis. Keçi gibi de inatçı! Aylardır ben çöpe atıyorum, o geri getiriyor. Kesin yaşarken götünü bile yıkamıyordu o. Git iki fakir fukaraya, garip gurabaya yardım et. Yatırsan yatırlığını bil, işini yap. Germe bizi burda. İne cine nanik yapanlar için elimizde çöpten boklu bezleri çıkarıp etrafı kirleten deli bir "temizlikçi" var sizin için de uygunsa. Mistik güçlere ben bile daha sıcak bakıyorum bu şartlar altında. Yoksa o çöpleri tavuk gibi didiklerken gördüğüm anda ben didiklerim o temizlikçiyi hoş olmaz. Pardon "kat sorumlusu" nu. Zaten her şey bu etiket kargaşasından doğdu. Temizlikçi temizlikçiliğini kabul etse ortada poroblom falan kalmaz. Temizliğini yapar gider. Polemiğe girmez. Ama iş "kat sorumlusu" na dönüştüğünde gereksiz bir sorumluluk biniyor insanların tepesine. O katın pis bezlerinden bile sorumlu hissediyorlar kendilerini.

Bir de çamaşırları yıkayan bir apla var. Onun henüz janjanlı bir ismi yok. Gün gelir "moda sektöründeyim" der, "tasarımcıyım" der, artık orası bizi ilgilendirmez he der geçeriz. Ama çamaşırlarımla birlikte verdiğim yumuşatıcıyı kullanmamak niye? Bunu bir sorarlar adama. Peki "kurutma makinesine atmayın lütfen" dendiği halde inadına çarşaflar niye girer o makineye? Tütsülenmiş kelle paça gibi kokmasa benim için hiçbir poroblom yok. Ama öyle bir hissiyat. Sıcak oluyorlar bir de, keçi boku düşse arasından şaşırmam. Çamaşır, çarşaf dediğin şey yumuşatıcı kokar. Kokmayanı rencide ederler, toplum içinde küçük düşürürler. Sinem Kobal ve annesinin sevimsiz reklamı kimseyi soğutmasın, yumuşatıcı candır sonuçta.

Sonra kendini hala asker zanneden emekli bir albay var müdür olarak. O komutan, biz erbaş. Sabahları iştimaya çıkıyoruz, mıntıka temizliği falan yapıyoruz zihninde. Böyle fantezileri var eminim. Onunla takışmazsam günüm ters gidiyor, fırsatını bulduğumda yapıyorum bunu ben de. Bahçedeki kedileri çöp poşetlerine atıp toplatmaya kalktığında "kedi katili!" diye bağırdığım zaman küsmüştü bana. En son tartışmamızda da ettiğim laflara "sen hukuk mu okuyorsun?" diye karşılık verdi. Hakkını savunmak için illa hukuk okumanın gerekliliğine inanmış kendisi.

İşte böyleyken böyle blog. Yurt dediğin garip şey. Yorucu şey. Bu yazımı öberim diye bitirmiyorum. Zaten ben normalde kimseyi öpmem. Öpen olursa da yanağımı silerim gizlice. Çüüs.